Türk Bilimkurgusu Nedir? Ne Olabilir?

Türk Bilimkurgusu Nedir? Ne Olabilir?

Okuma süresi: 10 dakika

*Görsel: Homeworld oyununda oynadığımız uzaylı ırkın bulduğu anayurt gezegenlerine ait antik harita (Higara our home). Bulunuşundan sonra tüm gezegen tek bir amaç için yani eski gezegenlerine dönmek için kenetleniyor. Bilim ve teknoloji dev bir sıçrama yaşıyor ve ışık hızından daha hızlı gitmeyi, yani hipersürüşü buluyorlar. Sonrasında olaylar ve dev bir yolculuk başlıyor. Hepsi çölün ortasında taşın üzerine yazılmış bir çizim sebebiyle.

Geçen gün bir arkadaşımın facebook grubundan benim de içinde yer aldığım ingilizce basılan “Türk Bilimkurgu Öyküleri” kitabının reklamını yapıyordum. Arkadaşın sitesi (Ali Doğan Sayıner) profesyonel olarak 3d print ve savaş minyatürleri üretimi ile uğraşıyor,dolayısıyla hatıra sayılır bir yabancı takipçisi de var. Bir kaç kişi de kitaba ilgi gösterdi diyebilirim.

Ecnebinin biri (bu kelimeyi nedense seviyorum 😀 ) bir soru yöneltti “Türk bilimkurgusu ne şekilde ana akım bilimkurgudan farklı?” tabi burada modern Anglosakson bilimkurgusundan bahsediyor. Çünkü onun için “normal” bilimkurgu o.

Şimdi bu soru “hayatın anlamı nedir?” “Hep böylemi gidecek” ya da sevgilinin yanında “ne zaman evleniyorsunuz?” ile eş değer çekmeceden çıkarıldığında çok etkili bir soru. Ben de aslında bilimkurgu ile ilgili bir çok soruya cevap arar iken ben ve bir çoğumuzun bu soruyu özellikle baskıladığını veya bırakın cevaplamayı düşünmekten bile çekindiğimizi söyleyebilirim. Belki de cevap “çok da bir farkı yok” olacağı için soruyu cevaplamak istemiyoruz. Peki bir de ben sorayım “sahi nedir yahu bizi özel kılan? Veya kılabilir, masaya Türk bilimkurgusu olarak ne getirebiliriz?” Bu soru bu arada Özgen Berkol kütüphanesindeki yıllık buluşmalarda bıkmadan usanmadan ,çok yönlü olarak sormamız gereken bir soru.

Bu düşünce egzezsinze aslında bir futbol araştırmasıyla başlayabiliriz. Bir tip akımın dünyada iz bırakması için herşeyde olduğu gibi futbolda da bir karakter kazanması ve kendi yolunu çizmesi gerekir. Dünyada bir Alman futbolunda bahsedebiliriz; disiplinli ve takımın işleyişinin ön plana çıktığı bir futbol. Tam ters köşede ise bir Brezilya futbolu kişisel beceriye yüklenen tahmin edilemez bir samba furyası. Bu iki milletin de bir futbol karakteri olduğunu görebiliyoruz. Aynı oyuna değişik bir yerden yaklaşıp katkı sağlıyorlar. Ve en önemlisi kendileri gibi davranıp başarmışlar. Bu karakterlerini başarılarıyla kabul ettiriyorlar. Bilimkurgu veya genel olarak edebiyat da çok farklı değil. Nerden geliyorsunuz, ne getiriyorsunuz ve nasıl başaracaksınız? Karakterinizi şekillendiren şeyler bunlar.

Bu büyük soruya çok eksenli cevap vermek gerek;

Modern Türk bilimkurgusu, ki geçmişteki noktasını değil şimdiyi tartışmamız lazım, çocukken H.G Wells ve Jules Verne ile yeşeren, ana yemekte bilimkurgunun altın çağı denilen Asimov, Heinlein vs ile beslenen, üstüne cila olarak tercihe göre doğu bloku bilimkurgusu (LEM, Strugatski kardeşler), tercihen yeni dalga (LeGuin , Ballard) ve siberpunk soslu bir füzyon diyebiliriz. Yazarlarımız büyük oranda hala kitaplardan besleniyor ama sinemaya olan ilgileri ve hatta son dönemlerde animeler olan ilgileri de çok yüksek. Doksanların korsan furyasından her çöpü izlediğimizi söylemek yanlış olmaz. Bu sebeple ilk bakışta sağlıklı güzel malzemeler içeren bir çorbadan bahsediyoruz. Tekilliğe doğru evirildiğimizi söylemek zor. Amerikalılar veya İngilizlerin burun kıvırdıkları Rus edebiyatı bizim için komşumuz ve temel okumalarımızdan biri. Hatta o çok korktukları doğu edebiyatı ve masallar çocukluk okumalarımız. Bu yönden Anglosakson edebiyatıyla büyümüş birine sunabileceğimiz değişik şeyler mevcut.

Coğrafi olarak Türkiye dünyanın en dinamik yerlerinden biri sayılabilir. Türkiye’yi gezmiş herhangi biri çoklu coğrafi durumlara ve yöresel kültürlere aşinadır. Yani Amerika’daki gibi eyalet değiştirmek için 150km, dağ görmek için 300km gitmemize gerek yok. Kat çıkar gibi medeniyet üstüne medeniyet çıkıldığı için o konuda da çok sıkıntımız yok. Metropol ve kırsal yaşamın her ikisine de aşinayız. Dünyanın en kalabalık metropollerinden biri İstanbul ve gerçekten siberpunk gibi bir alt kültür için bulunmaz nimet.

=>Sonuç: Bu konuda diğer milletlerden kat ve kat şanslıyız.

Peki neyi değişik yapıyoruz? Açıkçası Türk bilimkurgusu kendimiz için yazılan bir bilimkurgu türü. Kişinin bir yurt dışında beğeni yapayım kaygısı genellikle olmadığı için kendini açıklayan cümlelere de düşmüyor. Dolayısıyla oryantalizimden genel olarak uzak kaldığımızı söyleyebilirim. Amerika’daki “kraliyetler uzayda” kısmını da çok görmüyoruz. Kontlar kontesler olabiliyor ama hiç uzayda bir padişah görmedim mesela. Bir monarşiye karşı tiksinçliğimiz mevcut ( seviyom lan sizi :)). Bunun yanında dev bir mevcut kötü düzeni yıkan hikayeleri de yazmayı seviyoruz. Devrimci bir yanımız da var (Seviyorum +1). Fakat güçlü liderlere karşı ise bir zafiyetimiz var. Demokrasi ve çok seslilikten çok güçlü lider, çok zeki çok akıllı ,lider olarak doğmuş, yapmak için yaratılmış karakterler yazma eğilimimiz var. Bu biraz daha törpülenebilir. Yani mutlak karakterlerden insani eksiklikleri olan karakterlere geçiş yapmakta fayda var. Her biraz açgözülük yapan insan dünyanın en şerefsiz katil puştu olmak zorunda değil mesela :).

=> Sonuç: Biraz karakter kısmında modern edebiyata adım atmamız gerekiyor yoksa katkı sağlayabileceğimiz yerler mevcut.

Tasvirlerle aramız iyi değil; insan, klasik laboratuvar ve önlüklü bilim adamı seviyesinde tasvirlere dayanan bir sistemimiz var. Betimleme kısmında biraz daha gidecek yolumuz var. İlginç kısımları betimlemiyoruz gibi. Bir boyut kapısı varsa “bir boyut kapısı açıldı” oluyor Yıldız Kapısındaki gibi bir sıvı hortum uzayıp dengeye geldiği sahneyi betimlemiyoruz. Angarya olan kısımları hep anlatıyoruz; “adamın kafasında üç adet tel saç kalmıştı, gözleri çukurdu ve bir atmış boylarındaydı, plastik bir sandalyeye oturmuştu.” Hikayeye hizmet etmeyen betimlemeleri seviyoruz nedense. Risksiz geliyor herhalde. Bu yönden klasik Türk edebiyatını ve Avrupa korku edebiyatını biraz çözmemiz lazım. Ben daha beni çok etkilen bir tasvirle pek karşılaşmadım. Zaman makinesinin tasvirini duymak istiyorum arkadaşım, adamın ütülü gömleğinin değil :).

Bu kısmı bir örnekle açıklamakta fayda var. Mesela “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” kitabında kahramanlarımızın ilk Nautilusa girdiklerinde yaşadıkları o yabancılaşma hissiyatı ve ayrıntılar.Veya Rama kitabında biyont gözcüsü bölümünde ilk defa yaratıkların ilkel biyolojik havuzdan yavaş yavaş çıkmalarının anlatıldığı sahne.Bu tip hikayenin ilerlemesine yardımcı olan değil hikayenin ta kendisi olan,okuyucuyu saran ve o dünyaya bir karadelik gibi çeken tasvirlere daha çok ihtiyacımız var.

=> Sonuç: Ödevimizi yapmamız gerekli. Türkçe görsel bir dil, çok iyi görselleştirme yapabiliriz.

Tarih ve mitoloji konusunda olayın membağında yaşıyoruz diyebilirim. Türk tarihi istemediğin kadar entrika ve duruma gebe. Bunun üstüne mezopotamya, arap yarım adası ve antik yunan tarihini ekle bardak dolup taşıyor. Yani Drakulayı drakula yapan milletiz sonuçta. Fakat ne yazık ki bu bağlamda islami mitolojiye ve orta Asya Türk mitolojisinin yüzeysel kısmına takılıp kalmış olarak kendimiz görüyorum. Yaratma, yaratılma, tanrı olmak, mutlak olmak, Nuhun gemisi, Ergenekon aslında şuymuş hikayelerimizi fazla domine ediyor. Tamam bu mitolojiler ilginç ama bizim yaşadığımız coğrafyada mesela Hitit mitolojisi var ,Asur mitolojisi var, Göbekli tepe var ,tunç çağına ilk insanlar burada girmişler üstüne üstlük Anadolu mitolojisi var. Bu yetmiyor gidip tam tersine İskandinav mitolojisi ve yunan mitolojisi (hadi bu yine anlaşılır) soslu hikayeler var. Niye ki? Hitit mitolojisini biraz okumuş biri Zeus’un Teshub’un kopyala yapıştır hali olduğunu bilir. Tabi bilimkurgu fantastik edebiyat değil ama her şeye saldıran bir virüs yaptığınızda buna “Fenrir” demek biraz vizyonsuzluk gibi geliyor. Uluslararası ortamdan mevcut varolanı kullanmak, arkamızı ona yaslamak daha kolayımıza geliyor gibi duruyor. Bunun sebebi tarih ve mitoloji bilgimizin biraz az olması sanırım ya da kabul edilebilir gözükmemesi. Bir diğer sebebi de küresel bilimkurgu dizi ve filmleri. Bu konuda kendimizi geliştirirsek dünyaya katılabilecek “yeniden şekil kazanmış” hikayeler olduğuna inanıyorum.

=> Sonuç: Eksiğimiz yok, neye sahip olduğumuzu bilsek yeter. Evrensel bir katkı sağlayabiliriz.

Bilimkurgu ve bilim ilişkisi: Şimdi odadaki file direk bir dokunalım; En üst düzeyde bilim üretmekte zorlanan bir milletiz. Ama hayır bu konuda dünyanın en kötü milleti değiliz. Bunun yanında yazarların bilim ile ilişkisi yüzeysel kalıyor. Sert bilimkurgu yazmakta zorlanıyoruz. Genelde hikayelerimiz bir bilimsel fikirlerden falan evrilmiyor. Mevcut “ışınlanma türkiyede olsa nolurdu” gibi fikirlerden evriliyor. Biraz diğer fikirlerin ikinci derece türevi gibi çalışan bir sistem. Fikiri üretmek yerine Türkiye’de montajını yapmayı veya yerelleştirmesini yapıyoruz. Bu konuda eğer birinci ligte oynayacaksak kendimizi geliştirmemiz gerekiyor. Bilimkurgu okurken yeni bir şeyler öğrenmek çok güzel. Bilim yapmıyor olabilirsiniz ama araştırma yapabilirsiniz elbet. Kimse yazarlardan akademik makaleler yazmalarını veya mükemmel tutarlı şeyler yazmalarını beklemiyor. Ama mesela Pluto ile iletişim kuran bir sondanın ışık hızıyla kaç dakika da bir iletişime geçildiğini yazmak güzel detaylar. Hesap kitap bilmiyorsan sor ChatGPT’ye, yine %70 doğru bir cevap alırsın. Bu detaylar zaten sonra anlatacağınız “tatlı yalanlara” çerçeve ve mesnet hazırlıyor. Bir uzay gemisi havada patladığında bir tungsukan olayı gibi bir patlama anlatılabilir. Ya da evrimle ilgili bir şeyler yazacaksanız “x ışını geldi adam şimdi robota dönüşebiliyor” ötesinde bir evrim ile ilgili bir şeyler okunmalı. Bu bilim yapmamak ile ilgili birşey değil, araştırma yapamamakla ilgili bir zaaf. Şimdi lazer üzerine okuyacağınız bir saatlik bir araştırma mesela lazer yapmanızı sağlamaz ama bu konuda yapılan ilerlemenin %90nını anlamanızı sağlar. Tamam kalan %10 luk kısım bilimin ilerlemesini sağlıyor ama gerçekten bir hikaye yazmak için buna ihtiyacınız var mı? Emek vereceğiz ,araştırma yapacağız, zaman harcayacağız, kendimize üç adım dışarıdan bakacağız ve olacak. Bunda gocunmaca, hayıflanmaca yok. Bununla birlikte dünya klasmanında bir bilimkurguya adım atabiliriz.

=>Sonuç: İyileştirme kendimizi geliştirmemiz gerekli. Araştırmaya karşı genel bir miskinlik var.

Toplumsa ve siyasi açıdan tam bir kaosun içerisinde yaşıyoruz. Bu konuda konu sıkıntımız olacağını düşünmüyorum. Diktatörlük, sansür, baskı, komunizim, kapitalizim, anarşisizim, gericilik, aydınlanmacılık, devrimler ,sosyal konular, çevre bilinci, kısıtlı kaynaklar, adaletsizlik. Bunların hepsine aşinayız. Hep birimiz bir distopyada yaşıyoruz ve herkesin kendi kafasında bir ütopya fikri var. Ama bu yine konu bolluğunda kafamıza göre kanun sistemleri yaratıyoruz. “Korna çalanları sallandıracaksın bir iki tane taksim meydanından bak bakayım oluyor mu” sertliğinde geçiyor bütün çözüm ve cezalarımız. Bir bilimkurguya yakışmıyor. Lobotomi, sevmediklerimizi itilaf edilmesi ,robotlar yapıp karşı tarafı bir güzel dövmek falan hep gelen konular. Politik doğruculuğu sevmesem de bence yarattığımız dünyalarda “asarım keserim kimse bana karışamaz” mantığı yazdığımız gerçekçiliği böyle ergen fantazisine doğru taşıyor. Hadım etmek, tüm gücü yapay zekaya verip yönetilmek vs o dünyada “yahu durun ne yapıyorsunuz” demediği konular haline geliyor ve işi yavanlaştırıyor. Türk bilimkurgusu Türk kültürü sebebiyle ve olduğumuz coğrafya sebebiyle bir çok şeye dokunabiliyor. Mesela göçmenliğin ve sığınmacılık madalyonunun iki yüzünü de biliyoruz. Güzel bir insaniyetimiz ve kabulümüz var topraktan gelen. Dilimizin kemiği yok, herşeyi eleştirmekten ve ele almaktan çekinmiyoruz. Bunun şöyle bir avantajı var anglosakson bilimkurgusu toplum hafızasından gelen bazı konuları konuşmakta zorlanıyor. Zengin birinin dünyaya ele geçirme hikayesi var ama doğal yollardan bu zenginleri sistematik nasıl terbiye ederizin hikayesi yok. Hackeler falan adamın mesela milyon dolarlarını çalıyor ama hacker zengin oluyor, zengin fakir olmuyor genelde gücünü devam ettiriyor. Bir ilahi adalet durumu yine anadoluluktan geliyor ki sayfalarımızda da kendine yer buluyor. Olabilir ama bunu çok abarttığında da “bilimden” uzaklaşıyorsun.

=>Sonuç: Bu konuda kaosun içinde yaşadığımız için şanssız, konu olarak çok şanslıyız 🙂

Şimdi üç adet kitap söyleyeceğim çok sevdiğim kitaplar ama birisi diğerlerinden farklı.

Frankenstein: Toplumda bilimin nereye gidebileceği bilinci, ahlaksız bilimin tehlikesinden bahsediyor.Toplum bunu memnuniyetle karşılar.

1984: Baskıcı ve otoriter rejimlerin nereye evrilebileceği hakkında bir öngörüdür. Toplum komunizme karşı parmak salladığı için bunu beğenmişti. Hala devletlerin mutlak gözetleyen olmasının önündeki edebi engeldir(Favori 3 kitabımdan biri).

Dünyalar Savaşı: Dünyanın süper gücü Viktorya döneminin bir anda dış uzaydan gelen tehdit ile yıkılması yerle bir olması. Sonrasın basit bir çözüm ile kıl payı insanların kurtulması. İşte toplum bunu beğenmedi :). Çünkü “Eyy İngiltere büyüksün büyüksün emmeeeee yukarıda Marslılar” var tarzında bir açıklama yapınca İngilizler bu duruma pek de sıcak bakmıyorlar. Türk kültürünün oluşma dinamikleri sebebiyle bence “Dünyalar Savaşını” bir Türk de yazabilirdi. Toplumun duymak istediği şeyleri değil, duymaya ihtiyacı olan şeyleri söylemekte bence ozanlarımızdan gelen bir damar var. Şimdi ne batının süper ultra bireyselciliğini benimsiyoruz ne de uzak doğunun drone karınca yapısını benimsiyoruz. Çalışanın her şeyi yapacağını söyleyen batı idealizmini de, kast sisteminden de gerçekçi bulmuyoruz. Su gibiyiz ne gaz halindeki gibi moleküllerimiz birbirinden bağımsız ne de buz halindeki gibi katı ve şekil alamayacak haldeyiz. Ve dünyaya diyeceklerimiz de su kadar değerli. Bu dünyalar arasında arada kaldığımız anadolu denilen yarım adada değişik bir bakış açısını teknoloji ,bireyselcilik ve toplumsal bilimkurgu da taşıyabiliriz. Mesela “Şahsiyet” dizininin fikri; Demans yaşayan bir baş komiser niye katil olur? Bir Amerikan filminde demans yaşayan karakterin hiç “topluma yararlı olayım, istediğimi yapayım” diyen bir karaktere çok daha nadir rastlarsınız. Ama bizim kodlarımızda bu var.

Konu seçimlerimiz itirabiyle zaten yukarıda yazdıklarımızı yapıyoruz. Hem bireysel hem de toplumsa olan genel olarak sayfalarımızı dolduruyor. Fakat tak fişi bitir işi omnipotent karakterlerden de kaçamıyoruz. Türkiye merkezli topyekün değişimlere bayılıyoruz.Küçük değişimler pek bizi tatmin etmiyor. Mesela hiç bir bilimkurguda “öyle bir pil kapasitesi yaptım ki mevcut araçların menzilini 1.75 katına çıkarıyor” diye bir şey göremezsiniz. İlla sonsuz katı olacak, tüm içten yanmalı arabaları piyasadan silecek ve bir gram bor madeniyle çalışacak (nasıl çalışyor hala bilmiyorum :)).

=>Sonuç: Konu yelpazemizi temel ekseni sabit kalacak şekilde genişletmemiz lazım. Burada ciddi bir uluslararası katı yapabileceğimizi düşünüyorum.

Karakterler genel olarak 1960 kabul edilebilir klasik aile yapısından fırlama gibi. Son okuduğum hikayelerde yeni tip karakterler biraz biraz sahne ışığına geliyor ama. Netflix’e dönelim demiyorum ama iki kadın karakterin birbirleriyle konuştuğu yerler bulmak bile zor. Bunun yanından yan karakterler de genelde zayıf ve sadece ana karakteri desteklemek için var (çoklu hikaye örgülerindeki çoklu ana karakterleri dışarıda tutuyorum.). Modern Türk edebiyatı “İnce Memed” ve daha nicelerini yazabilmişken Türk bilimkurgusunda bunun olmaması için bir neden yok. Sanırım olay örgüsü çok ön plana çıkınca bu kısımlar bir kenara bırakılıyor. Karakterler ya çok beyaz veya siyah ya da tek işlevli derinliği olmayan karakterler yazılıyor. Kısa hikaye formatımızdaki kelime sınırları hem karakter hem de betimleme kaslarımızın gelişmesinin önüne ket vuruyor.

=>Sonuç: Bu pratikten genel olarak vazgeçmemiz lazım. Derin ilginç ve ayrıntılı karakterlere yer vermemiz lazım. Bu konuda da özgün karakterlerimiz ile dünya sahnesinde var olabiliriz.

Konuşmaların da konu ekseninden işlenmesi gerek. Şu anda konuşmalar genel olarak monolog şeklinde dönüyor gibi hissettiriyor. Ama gerçek hayatta Türk kültürü tam bir “ havadan sudan konuşma (small talk)” üreteci. Bu zaten karikatür kültürümüze de, standup kültürümüze de yansıyor. Kişisel alanlara çok saygı duyulmadığı için veya işimiz bu kaos içerisinde ayakta kalmak olduğu için Finlandiyalılar gibi kendi işimize bakamıyoruz. Bu güzel durumlara kapı açıyor. Biz İsveçli Norveçli değiliz, dağ malikanesinde bir ay kendi başına nasıl yaşanır, ne hissedilir bilemeyiz. Ama öteki taraftan kalabalık bir metrobüse insanları incitmeden nasıl bilinir, ya da iki kişinin konuşmasına bir temizlik görevlisi hızlıca nasıl dahil olur biliriz. Günlük hayatımızdaki spontanlığı sayfalarımıza taşıyabilirsek Türk bilimkurgusunu da başka yerlere taşıyabiliriz. Amerikalıların alkışlara boğduğu “Seinfeld” dizisi mesela “havadan sudan” konuşmadan başka nedir ki?

=>Sonuç: En iyisini üretebiliriz fakat pratiğimizi güçlendirmemiz lazım.

İşin motivasyon kısmında dünyada var olmaya olan gerekli açlıkta bizde fazlasıyla var diye düşünüyorum. Bu sahnede yer almak istiyoruz, fikirlerimiz dinlesin istiyoruz. Sadece bilimkurgucu büyük abilerimiz arkamıza vurup sırtımızı sıvazlaması bize yetmiyor. Geleceğe şekil vermek istiyoruz, iyi şeyler yapıp küresel anlamda yazardaşlarımızı tatlı bir hırsa sevk etmek istiyoruz.

=>Sonuç: Geri bildirim ve yazar ağlarımızı kurarsak, tekrar yazmaya üşenmezsek, dinlemeyi bilirsek, araştırma ve emek harcamayı yazımızın bir parçası haline getirirsek olabilir.

Sona yaklaşıyorum sıkı durun 🙂

Bu topraklar en erken tunç çağını gören kavimleri görmüş bir toprak. Tunç çağı yani bronz çağında bakırın ergime sıcaklığı 1085 C iken demir çağına geçemememizin tek sebebi mevcut neolitik fırınların demirin ergime sıcaklığı olan 1250 C e ulaşamamış olması. Kullanılan malzeme hiç değişmedi ve millet demir ne biliyordu ama kullanamıyordu. Bu aradaki 170 C fark sebebiyle bakır çağı MÖ 3300’den MÖ 1200’e arasında sürdü. Yani yaklaşık 2000 yıl boyunca demir üretilemedi. Şimdi biz de Türk bilimkurgucuları olarak da aynı topraklarda demir üretmek istiyoruz. Problem bizim malzememizde, geçmişimizde yeteneğimizde değil, problem bizim malzemeyi ele alışımızda ve işlemlerimizde. Anadolu demir ve bakırın antik çağlarda bolca bulunduğu bir alandı bu yüzden antik Anadolulular büyük bir avantaj yakaladılar. Millet taşları yuvarlarken bizimkiler bronz kılıçlarını sallıyordu. Anadolu şu anda da fikirlerin ve kültürlerin çarpıştığı eğilip büküldüğü, şekil aldığı bir coğrafya, yani malzeme gani gani var.

Evet baştaki soruya cevap verelim. Türk Bilimkurgusu bütün bunları yapabilirse ne getirebilir masaya? İnsanları burunlarının diplerindeki sorunlara sormaya korktukları sorulara, utanmaz ve arlanmaz, duymak istemedikleri direk cevaplar verebilir. Gerçek sorunlara belki 10 tane çok yanlış ve bir tane çok doğru cevap verebilir. Ama bu başta aynı soruya sırıtarak 11 tane değişik cevap verebilecek cesaretimiz var başta demek oluyor. Batı ve doğu bilimkurgusunu “kabul edilebilir” o sevimlilikten kurtarıp tekrar harekete geçirebilir. Türk tarihi tarih sahnesinde hep bir katalyst, hep bir reaksiyon hızlandırıcı olarak yer almıştır. Aslında bu yazı yazıyla da tam bir “Türklük” yapıyorum. Soruya verdiğim cevabı beğenmeyebilirsiniz, kabul etmeyebilirsiniz ama bunu kabul etmemek demek beyninizi bu soruya otomatik olarak başka daha iyi bir cevap aramasına yol açacaktır. Dolayısıyla bu yazıyı okumadan önceki halinizi yok etmiş oldum. Sizin beyninizi ileriye, daha doğru cevaba yönelik bir adım atması için zorlamış oldum. Kötü ev sahibi kiracısını ev sahibi yaparmış :). Bu arada sadece Türkler değil “zengin bir adamı evinde tükürülebilecek tek yer onun yüzüdür” diye memleketlimiz Sinoplu Diyojen’in, Julius Sezar’ın kaçırıp fidye isteyen onlunla alay eden Fenikeli (Adanalı) korsanların deliliği, fütursuzluğunun bir şekilde yeni bir formda edebiyata geri dönmeleri, yeniden yaşamaları gerek. Fikirler demirler gibi Anadolu’da tekrar dövülebilir ve şekil verilebilirler. O yüzden öğreneceğiz, dinleyeceğiz ve yeniden form verip dünyaya kelaynaklarımızı (göçmen ve sevimsiz kuşlar ya. Biraz korkutucular aslında ama renkleri de güzel :)) yeniden yollayacağız. Fikirlerimizden korkmayacağız. Eşyanın tabiatı bu. Belki büyük konuşuyorum evet ama punk rock sahnesinin en büyük gruplarından biri olan Clash’in solisti Joe Strummer’ın bile bir Ankara bebesi olmasının bence ilahi bir anlamı olmalı :). Her gelen bir değişiyor ,toprak çekiyor galiba :).

3 Yorum

  1. Cevapla

    Eline sağlık. Gerçekten çok güzel tespitler içeren bir yazı olmuş.

    • Cevapla

      Teşekkürler. Bir başladık bakalım ameliyata böylece diyelim 🙂

  2. Cevapla

    Kutlarım.
    Yararlandım.
    Selamlar.

Yorum Yaz

Email adresin yayınlanmayacak.Required fields are marked *

Kullanabileceğin <abbr title="HyperText Markup Language">HTML</abbr> kodları: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.