Işınlanma Çağının Kısa Tarihi

Işınlanma Çağının Kısa Tarihi

Okuma süresi: 52 dakika

Kaç kişi hayatında “ben çağın açılıp kapandığını gördüm” diyebilir? Ya da bunu ne zaman fark edersiniz? İlk ateşi bulunduğunda yandaki adam “vay canına sanırım bu sıcak şey insanlık tarihinde acayip büyük bir değişime yol açmış olabilir ve ben buna tanığım” mı dedi yoksa “yan kabilede daha önce bunu yapanı duymuştum.” diye geçiştirdi mi?

Kristof Kolomb’un bile yeni bulduğu kara parçasının aslında daha önceden keşfedilmemiş bir kara parçası olduğunu anlaması baya uzun bir zamanını aldı. Ama ilk buhar makinelerini yapanlar farklıydı; o ilk buhardan çıkan ıslığı duyduklarından yeni bir çağın yaklaşmakta olduğunu biliyorlardı.

Peki ben, gerçekten bu değişimi görebilmiş miydim? Hayatımın  Brezilya’nın başkenti Brazil’de bir laboratuvarda yapılan küçük bir deney ile değişeceğini görebilecek miyim? Daha önce quizlerde bile Brezilya’nın başkentini bilemezken şimdi nasıl kafama kazındı  bu bilgi?

“Hocam bu kısımdan da sorumlu muyuz sınavda?”

Reykjavik’a üniversitede tarih dersi için davet edilen Hugo bu tip müdahalelere alışıktı.Yetmiş yedi yaşında yaşlı bir adam ve  değişimi bire bir görmüş bir modern tarih profesörüydü. Dinleyicileri onu sadece akademik bilgi birikimi için değil derslerine kişisel birikimini de kattığı için sever olmuştu. Genç inuit kökenli kadın öğrenciye gülümsedi.

“Hayır Ticasuk her şey not demek değil, biraz arkana yaslan ve yolculuğun tadını çıkar.”

İlk aşamalardaki not kaygısı genellikle konferansın ilerleyen saatlerinde onun deneyimine ve tarihe olan hayranlık ile değişirdi.

“Şimdi nerede kalmıştık. Ahh evet . Bize şimdi basit geliyor ama  ilk olarak her şey tabi ki fotonların bir yerden bir yere aktarılması için çalışan  bilim adamlarının bazı deneyleri ile başladı. Brezilya’daki bu küçük laboratuvarda lazer ile yaptıkları deneyde ilk odada olan fotonu üçüncü odaya aradaki ikinci odayı kat etmeden aktarmaya çalışıyorlardı. Bir sistem denemelerinde yüksek enerji ile dünyanın  sanal “iplikçilerini” bazı yönlerinde keserlerse bir giriş yarığı oluşturabileceklerini teorik olarak öngördüler. Bu formülasyonlar o kadar derin ve normal insanlar için o kadar uçuk kaçık ve anlamsızdı ki tüm ulusal güvenlik uzmanlarının bunun tehlikeleri veya getirebileceği avantajı konusundan hiçbir fikirleri yoktu. Dolayısıyla fikir anladığımız kadarıyla hiçbir karartma olmadan gün ışığında birkaç yüksek fizikçi ineğin kollarından büyüdü ve gelişti.

Her yarığı açmak için bir bıçağa ihtiyaç vardır. Fizikçiler bir 10 yıl forumlarının köşelerinde hararetle bu fikri tartışa dursunlar beklenen durum malzeme biliminden geldi. Yeni mucize malzeme grafen ile alınan Nobel ödülü malzeme bilimcileri bu malzemenin özelliklerini araştırmaya itti. Nano boyutta iki boyuta çok yakın grafen tabakaların üretilmesi buluşun ortaya çıkışından 10 yıl önceydi. Bu iki disiplin; fizik ve malzeme bilimi tam da Brazil’de bir laboratuvarda buluştu. Bir post-doc öğrenci grubu gece yarısı deneyleri yaparken istedikleri “yarık” noktasına enerjiyi iletebilecek bir malzeme istediler ve yan departmandan arkadaşlarını çağırdılar. İlk grafen keski bıçağı bu şekilde ortaya çıktı. İki boyutun nerdeyse boyutsuz olan bıçak sırtı, yüksek enerjik hale getirildi ve ilk “keski” gerçekleştirildi. Tabiki bir tünel için bir giriş bir de çıkış olmak zorundaydı.

Fizikçiler ikinci bir kesiği diğer oda da aynı anda yaratarak ilk giriş çıkışı oluşturmuş oldular. Çıkış tarafındaki foton detektöründen belli bir dalga boyundaki fotondan artış yakaladıklarından ne kadar sevinmiş olacaklarını siz tahmin edersiniz. Bu tünelin açık kalması 10 nano saniye sürdü. Normalde fotonların bu durumda 3 metre yol almaları gerekiyordu ama şu anda  diğer 15 metre ötedeki detektörü süslüyorlardı. Tabi bir kaç deney sonra fotonların oradan geçen tek şey olmadığını fark etmeye başladılar. Havası çekilmiş vakum olan ikinci odanın birden artık o kadar da çok boş olmadığını havanın da delikten geçtiğini fark ettiler.

Bu büyük haber tabiki istediği medya ilgisini gördü ve gazetelerin arka sayfasında bikinili süper modelin inanılmaz zayıflama hikayesi altında “bilim adamları gerçeği delmeyi başardı” diye espritüel bir söylem ile yayınlandı.

Üç ay sonra 0.002 gram argon gazını diğer odaya yolladıklarından hiçbir bilim adamı gülmüyordu. Niye argon gazını kullanmış olabilirler söyleyecek olan var mı?

Sınıfın arka sıralarından bir el kalktı. Sakallı geniş omuzlu bir genç konuşmaya başladı.

“Soy gaz olduğu ve tepkimeye girmediği için  ideal bir element değil mi hocam.”

Çok doğru. Elementin bu özelliğini kullanmak istemişler belli ki. Bir deney yaparken kullandığınız malzemenin başka bilinmezlikler getirmesini istemezsiniz. Kırklarımda olan ben ilk defa bu haberi okuduğumda bilinçaltımda bir şeylerin çok değişeceğini anlamış olmalıyım. Bir önceki gün bana yatırım hakkında fikir danışan kayınpederimi arayıp yatırımlarında kargo dronu fikrinden uzak durması gerektiğini söylediğimi hatırlıyorum. O tabi iki gün önce gelecek bu diye kafasını ütülediğim bu fikirden nasıl böyle hızlı caydığımı merak etmişti doğal olarak.

Tabi Brezilya ve ne hikmetse ABD hükümeti bu bilgileri hemen “koruma” altına aldı ve milli sır olarak saklamaya başladı.Tam pandoranın kutusunu zincirleyip indiana Jones’taki lahitin yanına  data mahzeni tozlu raflarına kaldırmışlardı ki internette çekirdek gruptaki bir bireyin sanal bilgi sandığı hackerlar tarafından ele geçirildi.O ana kadar ülkelerin böyle bir depodan haberleri yoktu tabi ki ve birkaç saat içerisinden bu çok gizli bilgileri internette garip bir şekilde kedi videolarından bile daha çok tıklanan bir dosya haline geldi.

Bilgi ordaydı, özgürdü. Orjinal takımdaki herkes hayatlarının sonuna kadar bir mahzenden geçirmeyecekleri için mutlulardı. Bilginin kanser aşısı gibi dünyaya ait olduklarına inanıyorlardı; nede olsa genç idealist, inek fizikçilerdi. Şans bu ya kuzey yarım kürede Silikon vadisindeki “girişimci”lerden olsalardı  işler değişik olurdu. Hem böyle bir fırsat ellerinden kaçacak  hem de açık kaynaklı bir yazılıma dönüşecek…direk kendilerini bulundukların kattan aşağıya bırakırlardı; ne kadar yüksek o kadar iyi.

Birkaç hafta içerisinde birçok üniversitede Orijinal deney düzeneğinin kopyaları yapıldı ve deneyler tekrarlandı. Hatta ölçümler ciddileştirildi ve genişletildi. Gazlar ilk başta ortama sokulup 30 metre öteye “ışınlanmaya” başlamıştı. Büyük bir enerji ve konsantrasyon gerekiyordu, nerdeyse malzemenin sadece %5’u karşı tarafa ulaşmaya başarıyordu.

Yerel bir teknoloji firması katılarla ilk deneyi yapmaya başladığında ilk deneyden tam 6 ay sonra bu iş ceryan etmeye başlamıştı.Bu sırada deney o kadar yaygınlaşmıştı ki garajlarda düzeneklerini kuran “çılgın bilim adamları” gazlarla ilgili yaptıkları deneylerin videolarını paylaşıyorlardı.

Katılar üzerinden tabi ki deneyler olmuştu fakat teoriyi ileri götürmeden yapılan pratik deneyler sonuçsuz kalıyordu. Teknoloji firması MIT’den bir kaç bilim adamıyla pratik deneylerle katıların da gazlardaki moleküllerin rahatlığıyla kopmasını ve tekrar öbür tarafta birleşmesini sağlamıştı.

İnternet ışınlanma çılgınlığıyla çalkalanırken biz de işlerimizi takip etmekte zorlanıyorduk. Bazı firmalar bir takım servislerin ilerde geçerli olup olmayacağını sorgulamaya başlamıştı bile. Herkes işlerinden endişe ediyordu,internet çağının meteoruyla yokolmuş dinazor meslek gruplarından bir tanesi gibi olmak istemiyorlardı.

Rusya’daki üniversite bir grup katı ışınlanma tekrarlayıp enerji verimliliğini 20 kat artırdığında Amerika’daki şirket için patent alınacak pek bir şey kalmamıştı. Gelişen şey sadece teknoloji değildi, Ruslar bu durumu teoride enerji kısmında yaptıkları inovatif paralel enerji kullanımıyla başarmışlardı.Bilgisaylarını gerekli hesapları yapması ve dalga boylarını ve boyut kırılma açılarını optimize etmeleri için ayarlamışlardı. Bu durum topu  hem bilgisayar mühendisliğinin,malzeme biliminin ve tabi ki teorik fizikçilerin arka bahçesine atıyordu. Birden iş ile ilgilenebilecek disiplin sayısı 3 katına çıkarılmıştı. Global ısınma, nano teknoloji, uzay teknolojisi, kansere çare hep ikinci planda kalan konular oldular. İnsanlar politika bile konuşmaz oldu, evde iş yerinde, kahvede yazlıkta, otobüste herkes o bir sonraki atılımı, çılgın ilerlemeyi beklemeye başladı.

Arkasından Japonya ve Çin’de boyut kesim tekniğindeki bir değişim ile malzemenin %20 ve %30’una yakınını karşı tarafa ışınlamaya başladı.Bunu yaparken de mesafeyi yaklaşık 200 m ye çıkarmışlardı.Her teknolojiyle ilgilenen insan bu uzaklığın şehir içerisinde köklü değişikliklere yol açacağını biliyordu.
Birileri tabiki fareleri ışınlamaya çalışmıştı bile ama karşı taraftan aldıkları sadece bir organik yığındı.Moleküllerin bozulmadan karşı tarafa aktarılabilmesi ve o anafordan geçmesi çok ayrı bir araştırma konusuydu.

Herkes bu işin “parasal” kısmına girmek istiyordu ama yükselişin durduğuna ve çığır açan başka bir haberin gelip gelmeyeceğine kimse emin olamıyordu. Yükselen dalgayı en yüksek tepede sörf etmek için tüm girişimciler tetikteydi. Dünün prototipini değil yarının fikrini finanse etmek istiyorlardı.

Rus laboratuvarları buluşun ortaya çıkışından 1 yıl bir ay sonra sonuç verdi ve menzili 5km’ye çıkarabileceklerini ve enerji ihtiyacını da 1/3 e düşürebileceklerini söyledi. New York belediyesinin çöp problemi için bu yeterince iyiydi. Çöpler ortada bir yerde toplanacak ve normalde yakma maliyetlerine başka bir yere ışınlanacaktı. Evet enerji olarak biraz pahalıya geliyordu ama altyapı hazırlıkları yine başlatıldı. Hem birkaç yıl içerisinden enerji maliyetlerinin düşmeyeceğini kim söyleyebilirdi ki.

“Tehlikeli değil miydi oraya öyle çöpleri ışınlamak?” diye sordu arka sıralarda gözlüklü genç bir kız?

Çöp çöptür. Bir yere ışınlanırken şekil değişmesi veya bazı kısımlarının zaten enerjiye dönüşerek boyutlarda kaybolması New York belediyesinin pek umurunda olmadı açıkçası.

Kız kafasıyla onaylarken Hugo anlatmaya devam etti.

Öte yandan New York belediyesine öngörülü hareketi aslında başka bir kıtada çoktan şekillenmeye başlamıştı. Afrika’daki çılgın bir maden üreticisi bu teknolojiyi  ilk uyarlamak istedi sanayici olmuştu. Kömürü çıkarması kolaydı, fakat onu bir yere iletmek nerdeyse çıkarma maliyetinin %75’ini  oluşturuyordu. Bunun yerine çıkardığı madeni yakındaki limana “ışın”layabilse baya bir maliyetten kurtulabilirdi. Bu sıradan araştırmalar menzili 10km’ye kadar çekebilmişti. Fikir üç ana bağlantı istasyonu ile 3 ışınlama ile yakındaki limana ulaşmaktı.

Bilim adamları hala çok fazla “statik gürültü” ve bu bilmedikleri boyuttan gelen bozuntular ile uğraşıyorlardı. Maddenin bu boyuttaki partikülleri “kuantum fiziği” alfabesine birkaç harf daha ekletmişti. Bilim adamları temkinliydi,ı şınlanmış kömürleri kullananların birden radyasyondan ölmelerini istemiyorlardı. Bu da bu alandaki ilk devletler müdahalesini getirdi. New York belediyesi ve çılgın Afrikalı arkadaşımızın fikirleri dünya sağlık örgütü tarafından askıya alındı.

Statik gürültü problemleri yavaşça bastırılmaya başlandığında dünya sağlık örgütü de araştırmalarını bitirmek üzereydi. Bazı ülkeler tabi sağlık kısmını pek kafalarına takmıyordu. Çin’den gelen “ucuz” plastik oyuncakların bazılarında Avusturya Grass Üniversitesindeki öğrenciler garip bir moleküler dizilim bulduklarında kıyamet koptu. Ülkeler yabancı malları didik didik etmeye, anneler ise aldıkların oyuncakların nerden geldiğini “sonunda” sorgulamaya başladılar. Tabi bir yandan WHO “ışınlanmış” maddelerin sağlığa zararlı olduğu yönünde hiçbir şey bulamadı.

Güney Afrika’dan gelen bu fikir kafayı petrol boru hattına doğru büyük kodamanların gözlerini çevirmişti. Fakat ilk non-trans boru hattı testi yapıldığında karbon ve hidrojen bağlarının ayrılması işi güzel bir yere getirmedi. Kömür tek bir bağdan oluşuyordu ve göreceli olarak bazı kaçaklar da olsa öbür tarafa en azından “kömür” olarak gidiyordu. Hatta bazı söylentilere göre her 10 ton için 1 yumruk büyüklüğünde bir elmas oluşuyor deniyordu. Bilim adamları bunun mümkün olmadığını 5 yıl sonra kanıtladı fakat o zamanlar her söylenene inanıyorduk.

Anlaşılan oydu ki tekil-atom malzeme yığınlarını göndermek bu teknolojiyle günlük hayatın bir parçası olacaktı. Birçok Uluslararası hammadde tedarikçisi avuçlarını ovuştururken, hippilerde Afrika’ya tek molekül ne gönderebiliriz diye düşünüyordu.

Bunlar yarım yamalak çalışan bir mekanizmayla memnun olabilen insanların fikirleriydi. Bazıları için teknolojinin limitlerini ulaşılmıştı. Molozları 3 km’ye çok efor sarf etmeden ama baya bir enerji sarfederek dökmek veya ingotları elden ele maden ocağından şehre aktarmak zaten oldukça uç bir foksiyondu. Bu insanlar gelişmemiş bir teknoloji içerisindeki sorunu görmektense arkasından dolaşmayı tercih edip elindekiyle yetinmeye çalıştanlardı. Bir yıl boyunca teknolojide bir ilerleme olmadı ve insanlar mevcut teknoloji ile hayaller kurmaya yatırım yapmaya başladılar.

Fakat Portekiz Porto’daki teorik fizikçiler için bu teknoloji daha sadece aralanmış bir kapıydı. Moleküler dizilimin bir boca şeklinde öbür taraftan çıkması sorunu üzerine yoğunlaştılar. Bu duruma iki yönden yaklaşılabilirdi. Birincisi çıkış noktasından alıcının gelen paketten ne beklediğini bilmek ve paketi ona göre ayarlamak veya paket ile birlikte bir “kılavuz” göndermek.

Portekizli gruba olan yardım çok daha ilginç iki bölümden geldi. Yan tarafta DNA sarmallarıyla ilgilenen biyologlar 3 milyon yıldır çalışan bir kodu onların kafasına boca etti. RNA kodlama sistemi ile gönderilen paketleri “etiketliyebiliyorlardı”. İkinci yardım ise iletişim teknolojileri üzerine çalışan bir firewall uzmanından geldi. Eğer gelen malzemeyi bir boğum noktasında geçirip bir protokol ile filtreleyebilirlerse gelen bilginin kaynağından bağımsız olarak istedikleri şeyleri kapıdan içeriye alabilirlerdi. Bütün bilgiler eşliğinde Portekizli grup bir foton bağı ile ilk paketi gönderdiler ve bir bardak suyu %67.5 oranından karşı tarafa hidrojen ve oksijene ayrışmadan ışınlayabildiler.

Portekiz’den gelen başarı hikayesi öbür taraftan Hindistan’daki meslektaşlarının katkısıyla mesafe ve boyut artırma olayları gerçekten bir başka duruma evrilmişti. Cezayir’de  bir üniversite bir grup gazetecinin önünde üç ton kumu Cezayir limanına boşaltığında insanlar çıldırmaya hazırdı. Kum tam 100 km ötedeki sahra çölünde getirilmişti. Önemli olan kumun boyutu veya mesafesi değildi fakat “çağırılmış” olmasıydı. İlk defa bir şey gönderilmemiş ama çağrılmıştı. Çağırma daha uzun ve zor oluyordu. Enerji açısından daha fazla ihtiyaç olması ve kesinliğinin şu anki teknolojiyle +/- 300m olması hiç kimsenin çok canını sıkmamıştı. Teknolojinin her şeye kadir olduğu 1920’ler geri gelmiş, insanların mantıkları tatile çıkarılmış, eski dostları hayal gücü çıktığı uzun dünya yolculuğundan birden bire geri gelmişti.

Malzeme bilimi artık ışınlanma çılgınlığının büyük bir parçası olmuştu. Füzyon teknolojisi, big data, organ klonlama, kansere çare veya yapay zeka…bunlar artık hep geçmişin parçasıydı. İnsanlar bu sezonki basketbol yıldızından veya televizyonu işgal eden pop star veya politikacılardan kimse bahsetmiyordu. Kimsenin hayalinde büyük bir emlak yatırımıyla veya internetten satabilecekleri bir “zihni sinir” basit ama zarif bir ürünle zengin olmak gelmiyordu. Herkes ışınlanma ile yatıp kalkıyordu, Çin’deki çay evlerinden Buenos Aires deki pervaneli salaş kafelere kadar tek bir konu insanların kafasını işgal ediyordu; Yarın ne olacak, bu teknoloji nereye gidiyor?

Bir Hollanda firması  Meksika körfezi’ndeki bir petrol platformunu “transport” platformu olarak yeniden düzenlediğini bildirdiğinde hammadde iletimi 145 Km ‘ye deneysel olarak Japonya’da yeni çıkarılmış ve moleküler yapıda sadece 3 atomlu kombinasyonlarda %15 lik bir hata payı ile iletim sağlanabiliyordu. Herkesin ilk aklına gelen petrolün bu şekilde iletimiydi. Endüstriyel ışınlanma aygıtları Panama kanalının yanına yerleştirilmişti. İlk denemeler sonucunda  kanalın öbür tarafına geçen madde petrol değil demirdi. Tek atomlu yapısı %95 oranında bir geçişe izin veriyordu ve gemilerin panama kanalı sırasına girmelerine gerek kalmıyor, kargolarını neredeyse 300 km ötede ikinci petrol platformuna yanaşıp boşaltan gemilerden direk alabiliyorlardı. Enerji gerekliliği petrol platformundaki jeneratörle sağlanıyordu. Enerji gerekliliği tek atomlu malzemeler için çok daha düşürülmüştü. Petrolün polymoleküler yapısı şu anda gazetelerin bilim eklerinde belirtilenin aksine çok fazla enerji ve moleküler etiketleme gerektiriyordu.

“Çağırma” kısmında da biraz ilerleme olmuştu. Özellikle belirsizlik 20 m ye kadar düşürülmüş ve enerji ihtiyacı %27.5 e düşürülmüştü. Kayıp oranı ise %17.5 idi. Bu oran Şilili bir maden şirketi için yeterince iyiydi. Hiçbir yer altı labirenti yaratmadan bir adet ışınlanma madencilik makinesi kurdular. Enerji ihtiyaçları gayet yüksekti fakat işin tehlike ve delik delme işini bir kenara bırakınca yerin 5 km altındaki kısımları İsviçre peynirine döndürmek çok kolay oluyordu. Çıkardıkları şey de kömür olunca kayıplar göz ardı edilebilir kalıyordu. Fakat fark ettikleri bir nokta ışınlanma işleminin bu kadar madde içerisinde bazı kohezyon yani yoğunlaşma problemi yaşadığıydı. Kayıplar beklenin üstünde %22 civarlarında seyretmiş ve kesinlik nerdeyse 500 m ye tekrar çıkmıştı. Yine de bu operasyonda maliyet olarak çok bir oynama yapmamış ve şirketin hisselerini bu yeni işleme soktukları yöntem sayesinde roket gibi yükseltmişti.

Öte yandan daha kompakt ve kesin ışınlanma üzerine yapılan çalışmalar hızla devam ediyordu. Kuantum şifreleme yöntemleri “etiketleme” yöntemine destek çıkmış ve polymoleküler yapılar ışınlayıcıdan tek parça halinde çıkmaya başlamıştı. Form ve şekli tutturmak tamamen ikinci sınıf bir şifrelemeyi gerektiriyor da olsa yavaş yavaş malzeme ışınlanma konusunda olumlu adımlar atılıyordu. Enerji ihtiyacı rastgele keskiler azaltıldığında bir %30 daha azalmış oldu. Göndereceğiniz malzeme de eğer şifrelemeyle karşı tarafa geçiyorsa ilk günlerdeki gibi çok malzeme göndermenize gerek yoktu çünkü büyük bir oradan karşıya ulaşacaktı. Bu noktada 3d printerlarla el ele verildi ve tek tip 3rd aygıt ham malzemelerinin ışınlanmasına uğraşıldı. Bu işlenmiş ve formu olan malzemelerin ışınlanmasının etrafından bir bakıma dolaşılmış oldu.

Paralel kesim teknikleri malzemelerin ışınladıkları ve bu gerçekliği bypass ettikleri boyutu anlamalarından bilim adamlarına yardımcı oldu. Amansız deneyler sonucu teknolojinin ilk filizlerinin ortaya çıkışından 3 yıl sonra ilk defa bir cismin moleküler dizimi ikinci bir boyut kesimi yapılarak paralelinde karşıdaki bir odaya yollandı. Bu ikinci kesimin birinci kesimle olan rezonansının kalitesi karşı dizilimin ne kadar başarılı olduğunu gösteriyordu.%10 maddesel ve %26.6 formsal kayıp ile ilk denemeler gerçekleştirildi. Üç boyutlu yazıcılar direk  bu kısmı bir tehdit olarak görseler de bazıları bunu bir fırsat olarak gördü. Bu şekilde formun iletimi aynı zamanda mesafeyi de kısıladı. İletim 2 km uzağa yapılamıyordu.

Formsal kesinlik bazı ürünler için o kadar da önemli değildi. Özellikle ahşap ve plastik ürünleri basit kalıplarla tekrar şekillendirilebiliyordu. Önemli olan mesafeyi uzatmaktı. Birkaç ay içerisinde İtalya’daki teknik okuldan istenilen haberler gelmeye başladı. Mesafe önce 30 km ye uzatılmıştı ve eğer formsal kayıplar %32.2′ ye  kadar tolerans gösterilirse mesafe 72 km civarına bile çekilebilirdi.

Çalışmalar harıl harıl devam ederken madenlerde acil durum tedbiri olarak belli bir süre hava deliği yaratabilecek ışınlanma malzemeleri ve istasyonları konuldu. Acil bir durumda şaft deliğini bir boyut bağlantı yolu olarak kullanan sinyaller tehlikeli gazı dışarıya “aktaracak” ama içeriye önceden belirlenmiş malzeme ve ilk yardım ekipmanını ışınlayacaktı. Fikir ışınlanma madenciliğinin kendi başını alıp gideceği düşünüldüğü için pek kabul görmedi. Ama başka bir iş kolu bu fikri pek beğendi…

Dublinden altın rezervine giren silahlı soyguncular dünyayı değiştirdi. İlk yaptıkları şey gayet normal rezerve silahsız girmek ve sonra yakından kimsenin bilmediği bir noktadan 5 adet bavul silah parçasını bankanın tuvaletine ışınlamaktı. Çoğu parça şu veya bu şekilde formsal kayba uğramıştı ama istatistiksel olarak bu hurda yığınından 2 adet sağlam uzun namlulu silah toparlayabiliyordunuz; ihtiyaçları için yeterliydi. İçeri girdiler korumaları etkisiz hale getirdiler. Sonra rezervin kapısının yanını biraz thermit ile açtılar. Yüksek kesinliğe yakındaki bir binadan ışınlama yaparak hallettiler. Ardından bankada bir yere başka uzak bir noktadan portatif bir ışınlayıcı gönderdiler ve inşa ettiler. Prensip aynıydı ışınlanan o kadar parça malzemeden bir tane eli yüzü düzgün çok basit bir portatif alet yapılabilirdi. Bundan sonrası çocuk oyuncağıydı. Altın, kağıt banknotun aksine formsal kaybı uğrasa bile çok para ediyordu. Kağıt paralar güvendeydi ama ham malzemeler için aynı şey söylenemezdi. Peki sınıf bu olay sizce sonrasında neye yol açar?

Önlerden bir gözlüklü Asyalı kız elini kaldırdı ve şöyle dedi;

“İlk koruma kanunun çıkmasına yol açacak sanırım. Hükümetler kontrolleri daha da artıracak”.

Aşağı yukarı doğru bir cevap evet. Dünya bu tehdit altında olabileceğini kavradı. Birileri çok rahat bir şekilde kilitlenirse pizza kulesini moleküllerine ayırmakla İtalyan hükmetini tehdit edebilirdi. Malum kule demirden yapılmaydı. Silahların bu şekilde yollanması da toplumda bir panik yarattı.

Haber dünya basınına bomba gibi düştü ;Acaba bundan sonra güvende olabilecek miydik? Biri kloroform gazını öteki odadan odamıza ışınlayıp bizi bayıltarak istediğini yapabilecek miydi? Işınlanan atom bombalarının günü mü gelmişti. Teröristler en çılgın rüyaları gerçek mi olmuştu? Artık sınır diye bir şeyden bahsedebilir miydik? Bu ilk kuantum adres yer tayini ile çözüldü. Gerekli olan zaman mesafe ve malzemenin boyutuyla arttığında herhangi bir büyük boyutlu saldırı çok uzun süreye ihtiyaç duyacağından anından hareket edecek timler oluşturuldu. Enerji bağımlılığı hala uzun mesafelerde boyut feneri, yani çağırıcı bir adres olmadan  had safhadaydı o yüzden böyle enerjilere ulaşan birileri devletlerden başkası olması ihtimali azdı.  Ayrıca ışınlanma mesafesindeki belirsizlik çağırma ve gönderme teknolojilerinde çok yüksek teknoloji laboratuvar ekipmanı ve kuantum bilgisayar ve şifreleme bilgisi gerektiriyordu. Bu üç dört malzemeyi aniden bir araya getirmek baya zordu. Yine de zaman ve enerji bağımlılığı azaldığında teknolojinin nasıl kontrol altından tutulabileceği bilinmiyordu.

ışınlanma çılgınlığı üç buçuk yılın sonunda  çok büyük denetim altından yürütülmeye başladı. Artık genç ve fırlama kuantum fiziği öğrencilerinin laboratuvarlarında kendileri için üç beş portakalı karşı odaya geçirme günleri bitmişti. Aynı öğrencilerin çoğu çok titiz ve kontrollü deneyler için yerin üç kat altına iniyor ve beş renk kodlu güvenlik kartlarını retina tarayıcılarıyla beraber kullanmak zorunda kalıyorlardı. Ama bu tek tük de olsan “yalnız kurt” bilim adamlarının hala bir şeyler denemesini engellemiyordu. Bu tabi ki 1. dünya ülkelerinde böyleydi; dünyanın diğer kısmında mafya destekli projelerden tutun da, tarikatların desteklediği fonlarla yapılan deneylere kadar bir sürü deneme yapılıyordu. Herkesin bu işe ilgisi vardı. Temel bilgiler hala internette özgürce dolaşıyordu bazı devletlerin basitçe anlatılacak olursa bu kadar hevesli ve akıllı insanları durduracak bir gözlem ağı veya organizasyonu yoktu. Tüm devletlerin korktukları bir zamandı.

“Hocam bu dönem biraz hava taşımacılığına benzemiyor mu?” dedi öğrencilerden biri.

Ne açıdan böyle düşünüyorsunuz diye sordu Hugo.

“Şöyle ki hava taşımacılığının ilk zamanlarından güvenlik önlemleri kısıtlıydı. Taki hava korsanları yetmişlerde uçakları kaçırıncaya kadar. Yavaş yavaş metal dedektörleri, güvenlik kapıları ve anti-hava terör timleri oluşturuldu.”

Çok iyi bir paralellik kurdunuz evet. Böyle de düşünülebilir. İşte yavaş yavaş kuantum kodlama yaygınlaşmaya ve ayağa düşmeye başladığından insanlar daha da tedirgi oldular . Bu tedirginlik çok da uzun sürmedi,ışınlanma hayatımıza yine nüfuz etmeye başlamıştı.

İlk olarak değişim  ziynet eşyalarında  görüldü. “Kapınıza bir telefon kadar uzaklıkta hatta belki koordinatları doğru tuturabilirseniz oturma odanıza kadar bile gönderebiliriz!” di yeni söylem. Evlilik teklif edecek çiftlere bir ışınlama boyut feneri sağlamaları halinde, ki portatif olarak çıkmaya başlamıştı. +/-2 metre uzaklığa kadar istedikleri yüzüğü gönderebileceklerini söylüyorlardı. Mantık çok basitti verdiğiniz koordinatların 100 m yakınına bir portatif ışınlanma tırı park edip size bu sürpriz olanağını sağlıyordu. Kuantum şifreleme hala pahalıydı ama böyle bir sürpriz için geçerli bir fiyattı; bir çok çift o yıl çırıl çıplak denize girip çıkışında evlilik teklifi aldı. Birkaç söylenti dışında bu pahalı hizmetten memnun kalmayan olmadı. Gördüğünüz gibi bu boyut fenerleri o zaman da ana bir sistem tarafından onaylanması gereken cihazlardı. Yani GPS gibi düşünebilirsiniz.  GPS cihazınız olabilir ama kendinizi konumlayacağınız uydulara erişiminiz olmadan yararsız bir cihazla karşı karşıyaydınız. Devletler bu boyut fenerlerinin pozisyon bilgisi için el sıkışmasını resmi hale getirdiklerinde bu tip korsan kullanımlar neredeyse imkansız hale geldi. Boyut feneri kullanımı ve kısıtlamaları toplumda anlaşılmaya başladıkça korkular biraz daha azaldı.

Bu dalgayı yakalayan ikinci grup ise dijital satıcılar oldu. Onlar bir şey yapmıyorlardı sadece var olan mevcut ürünlerinin “kuantum” dağıtımını yapıyorlardı. Çin’de çok ucuza ürettikleri şeyleri kuantum ışınlanmayla etrafa yolluyorlardı. Bir mesela dandik şapka istiyorsunuz diyelim onlar kutuya 10 tane koyuyordu iki atlama sonrası orda 5 tane şapkaya benzer şey kalıyordu diğerleri moleküler bozulmaya uğruyorlardı. Elinize geldiğinde genellikle 1.5 şapkaya benzeyen ve gerisi garip bir yığın olan bir kutu kalıyordu. Tabi kutu her atlamada değiştiriliyor ve atıklar her atlamada boşaltılıyordu. Kaliteyi çok kafanıza takmıyorsanız aslında ilginç şeylerdi. Pizzacılar dağıtıcıları büyük bir hevesle sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu.

Kanadalı genç bilim çevreleri 3’üncü bir kesim yapılabilirse teorik bir abrakadabra ile formu bu üç kesim arasına sıkıştırabileceklerini istatiksel olarak bir akademik makalede kanıtladılar. Hemen Brezilyadaki bir teorik fizik laboratuvarından bir test yapmak için kendilerine bir davet geldi. Brezilyadaki laboratuvar son bir yıldır zaten iki kesimin üzerine bir üçüncü kesim yapabilmek için uğraşıyorlardı. Fiziksel olarak başarıya ulaşmışlardı ama yaptıkları üçüncü kesim sadece %5lik bir kayıp düzeltimi yapıyorlardı. Yani aslında ameliyat bıçakları hazırdı ama nereyi keseceklerini bilmiyorlardı. Kanadalı-Brezilyalı bu ekip formu malzemeyle birlikte korumak için bir matris geliştirdiler ve buna ülkelerin coğrafik konumu da göz önünde bulundurularak “Ateş ve Buz” çevirimi dendi. Formsal kayıp %4-%15 arasında değişen rakamlara düşmüştü. Bu aşamada insanlar evlerine ve işlerine gidiyor fakat pek ilerisi için uzun vadeli planlar yapmıyorlardı. Kimse bir sonraki aşamayı bilmiyordu. Herkes kafasının arka planında yeni en iyi startup firmasını kuruyor herkes hayatının o istedikleri ışınlanma kıvamına geldiğinde nasıl değişeceğini hayal ediyordu . Şimdi bir pastane açmak çok saçmaydı çünkü yarın öteki gün birinin seninle aynı kalitede pastaları bir yere ışınlamayacak olma ihtimali baya düşüktü. Ya da mesela maden mühendisliğinde okuyan biri klasik yöntemlerle maden çıkarmanın önümüzdeki 2-3 yıl içerisinde çok da geçerli olmayacağı kaygısını taşıyordu. Bir tek matematikçiler ve teorik fizikçiler harıl harıl çalışmaya ve sanki yaşamlarının son günüymüşcesine bilgi edinmeye çalışıyorlardı. Onlar için modern fiziğin ikinci altın çağı başlamıştı.

Boyut feneri teknolojisi gelişmeye devam ediyordu. Malzeme mühendisleri boyutlar arasındaki malzeme etkileşimini anlamaya çalışırken daha ucuz ve iyi kesim sağlayabilen kompozit malzemeler yapmayı başardılar. Bilinen enerji ihtiyacı 3 kesim tekniği kullanılsa bile enerji ihtiyacını 5’de bire çekildi. Bu arada 2 kesim tekniği enerji bakımından acayip ucuzlayınca tır konvoyları ve bazı tankerler yok olmaya başlamıştı. Kara taşımacılığından arta kalan buzdolabı ve çamaşır makinesi gibi komplike malzemelerin taşınmasıydı. Yoksa kimyevi malzemeler kum veya moloz artık direk olarak ışınlanma istasyonları kurularak çok hızlı bir şekilde taşınıyordu. Bu durumdan normal araba sürücüleri çok memnundu. Azalan trafiği büyük metropol belediye başkanları kendilerinin “süper” planlama yetenekleri ile yapmış gibi göstermeye çalışsa da millet her iyi şeyi bu yeni yükselen teknolojinin tapınağına adıyordu. Dünyada kimse bir fikir üzerine anlaşamazken nerdeyse %70’i geleceğin ışınlanma teknolojisinde olduğuna inanıyordu.

Asıl büyük buluş bu denkleme laboratuvar ortamında yapılmış bir yapay malzeme olan “tremer” maddesinin katalizatör eklenebildiği anlaşıldığı zaman gerçekleşti. Rezonatör doğru kullanıldığında maddesel kayıpları sıfıra indirdi. Kuantum şifreleme formsal kayıplarla basit ve tek parçadan oluşan malzemelerde %1 ve daha karmaşık moleküler yapı ve fiziksel dizilim olan saat ve Makine motorları gibi malzemelerde %5’e  düşmüştü. Bilim adamları artık kuantum şifrelemede bu yapay malzeme “tremer” ile etiketi kullanıldığında ne fiziksel ne de formsal kaybın olacağını düşünmüyorlardı. Bu pahalı yapay malzeme için şimdiden ucuz ve yeniden dönüştürülebilir alternatifler araştırılmaya başlanmıştı.

Kuantum şifreleme zamanı hacime göre değişmiyordu ama katalizatör ile birleştirildiğinde zamansal olarak süper bilgisayarlarda beş on dakikaya kadar karmaşık moleküler dizilimler gönderildiğinde süren bir süreç oluşuyordu. Bu normal kullanıcı bilgisayarlarında neredeyse 1 güne kadar uzayan bir süreç demekti. Işınlanma işin kolay kısmıydı ne kadar çözünürlük ve tutarlılık istiyorsanız o kadar uzun beklemeniz gerekiyordu. Billboarddaki reklamlar şimdiden “Akşamdan verilen siparişler sabahleyin gerçek anlamda kapınızda!” şeklinde dolaşan bazı telemarketing siteleri vardı. Şehirler bazı noktalara yavaş yavaş postaneler gibi sabit “Boyut Fenerlerini” inşa etmeye ve Wall Street’deki beyaz yakalı sabırsız çocuklara istediklerini hemen şimdi vermeye başlamıştı bile. İşin ilginç yanı bu sadece tek taraflı bir gelişim değildi; zengin mahalleler bu işin öncülüğünü yaparken afetle vurulmuş Endonezya adalarında boyut feneri koymak afet yardımı için uçak indirip kaldırmaktan ucuza gelmeye başlamıştı. Büyük tankerler hiç yanaşmadan yardım hammadelerini gemiden kıyıya saatler içerisinden ışınlayabiliyorlardı. Tabi ki yardım kuruluşların bu teknolojinin kötü kullanılmasından şikayetçiydiler; Wallstreete bir brookerın ısmarladığı bir golf sopası için harcanan hesaplama zamanı aynı şekilde Afrikadaki bir iletim noktası için harcansa bir köyün 30 günlük ihtiyaçlarını karşılayacak gıdanın iletimiyle aynı zaman alıyordu. Kızılhaç bu noktalardan 45 tanesine sahipti ve aynı anda sadece  3’ünü bilgisayarda çalıştırabiliyordu. Öte yandan İngiliz borsasının arka bahçesinde 7 adet aynı anda çalışacak şekilde hazırda bekletilen boyut fener noktaları vardı. Hayat hala adaletsizdi ve insanlar ellerindeki imkanları dağıtmadıkça adaletsiz olmaya devam edecekti.

Bu sırada Hugo sınıfını süzdü. İşin teknik değişim kısmı nerdeyse geride kalmıştı artık yavaş yavaş dünyalarını şekillendiren o mega değişimleri anlatmaya başlayacaktı. Bu konferansı uzaktan da yapabilirdi ama insanları hala aynı odada olmak gibi bir istekleri vardı. Sözlerine devam etti.

İsviçreli bilim adamları bu işin tabi ki biyolojik tarafıyla ilgili çalışmaya başlamıştı. Herkes tonlarca şeyi bir yerden bir yere taşımaya çalışırken onlar olayın mikro haliyle kafayı bozmuştu. Neden bilmiyorum herkes o zaman kadar “daha büyük, daha uzağa ve daha kesin” daha iyidir kafasındaydı. Yaptıkları ve denedikleri çok sonra anlaşılan şeyler olacaktı. İlk denem mikro kapsülleri ve ilaçların damar içerisine enjekte edilmesiydi. Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler başarıyla sonuçlandı. Sabit tutulan hayvanlar ve ekstra iyi algılar sayesinde birine enjekte edilen  “boyut fener noktaları” ki bunlar nanobotlar şeklinde yapılandırılmıştı bir boyut kapısı açmaya yaradı ve direk ilacı hayvanın bağırsaklarına kapsül olarak ışınladı. Küçüklüğümden beri fitillerden hoşlanmayan ben şahsen buna çok sevindim. Prosedürün ve hassasiyetin yüksekliği gereği ışınlanma ancak 30 cm öteden yapılıyordu ama hey kim şikayet edebilir ki; öksürük şurubunun tadını zaten kimse sevmiyordu. Hastane çok popüler oldu. Avusturyalı meslektaşları hareketli ve değişik katmanlı yapılarda bu durumun pek değişmeyeceğine sadece kanaat değil fizik laboratuvarından kanıt da getirdiler. Hesaplama zamanı asimptotik olarak mesafe ile yükseliyordu. Değişik katman ve moleküler yapı değişik bir ağ yapısı gibi kilitlenmeyi zorlaştırıyordu. Yani bir metre çeliğin içinden kilitlenmek 1 cm cam veya  10 cm tuğlanın arkasına ulaşmaktan çok daha kolaydı. Tabi derdiniz hassasiyet değilse madenciler gibi birkaç metrelik kayma çok da önemli olmuyordu. Tıbbi alanda, hele ki İsviçreliler gibi detay delisi bir ulusta planda böyle “kaymalara” yer yoktu.

İsviçre hastanesindeki bir sonraki aşama böbrek hastalarının diyalizinden gerçekleşti. Hasta aynı yere açılan boyut kapısı kanı damarlarından dışarı “ışınlıyor” temizliyor ve geri yolluyordu. Bunun için bir kol bandı şeklinden tasarlanmış bir boyut feneri ve hastanın birkaç gün içerisinde iç damar haritasının nanobot tarafından çıkarılması yeterliydi. Burada tabi ilk ışınlama için bir iki saat kıpırdamayan  ve kuantum düzeyinden hesap yapan sabit bir vücut fenerine ihtiyaç vardı. Sonrası kolaydı, hasta hareket dahi edebiliyordu.  Bilinen harita ile hesaplama zamanı düşürülebiliyor ve hasta hiç bir yeri kesilmeden ve hatta belli ölçüde mobil iken elindeki bant ile odada takılabiliyor, biraz bir sosyal aktivite içerisinde olabiliyordu.

Bütün bunlar tabi asıl çığır açan garip olayı yaşamadan önceydi. Kenya’da milli parkta bir fil acil şekilde prematüre doğum yapacağı zaman Dr.Kwatba’nın aklına ilk gelen şey ışınlanmadaki gelişme yaratmak değildi. Ama fil annesi çok hastaydı ve herhangi bir sezeryanı kaldıracak durumu yoktu. Çocuk bu durumda ölü doğacaktı o zaman bu biyo kütlenin karından çıkarılmasında pek de bir sorun olmayacaktı. Nanobotları filin damarlarında gezdirdi .Daha önce fareler ile yapılan deneyleri gözlemlemiş ve hayvanların çoğunun ışınlamadan sağ çıkamadığına şahit olmuştu. Zaten amaç fili doğurmak değildi anneyi kurtarmaktı. Hemen kızıl haçın sağladığı “boyut feneri” ve ışınlanma aracından bir yer ayarladı. Afet bölgeleri için tasarlandıklarından bu boyut fenerleri çok güçlü ve kesin olmasa da hafiflerdi.

Düzenek hazırlandığından filin damarlarının haritası çıkarılmak üzereydi. Tüm hesaplama gücünü ki yine de iyi kötü bir süper bilgisayar yardımıyla yapılıyordu 6 saatlik bir hesaplama ve yarım metre uzaklıktan bir “kesim” gerçekleşecekti. Anne fil zaten hastalık neticesinde çok halsiz ve güçsüzdü. Hiç hareket edecek hali yoktu. Prosedür neredeyse 3 nano saniye sürdü ve filin hamile göbeği birden indi. Küçük  veteriner kliniği ayak dipleri plastiğin üzerindeki plasenta ile kaplanmış ortada bir fil bebeği ölüsü duruyordu. Anne kurtulmuş hafifçe nefes alıp veriyordu. Dr.Kwatba en azından büyük hayvanlar için ileride belki küçük hayvanlar için süper bir alternatif kürtaj tekniği bulduğunu düşündü. Normalde Avrupada bir yerde olsa böyle bir operasyona izin almak biyolojik tehlike, diğer prosedürler ve çekinceler gereği yıllar sürebilirdi. Hatta hayvan hakları ihlali olarak görülürse hukuki bir sürece bile dahil olabilirdi. Ama burada Afrika’nın kalbinde doktorun tek hesap vermesi gereken şey vicdanıydı. Kalkıp kendi için bu ilginç anı çektiği videoya doğru ayağa kalktı. Fakat yanılmıştı. Arkasından gelen bir bebek fil çığlığı aslında bunun pek de başarılı bir kürtaj olmadığını haykırıyordu.

Dr. Kwatbanın doğum videosu youtubeda milyonlar tarafından izlendi ama kimse canlı ışınlanma deneylerinden olan farkı açıklayamadı. Neden Amerikada ve saatlerce en detaylı ışınlama malzemelerine sahip laboratuvarlarda gönderilen küçük fareler yaşamamıştı da Afrika’nın göbeğinde 6 saat içerisinde kurulan çatma derme bir düzenekle ışınlanan koca bir fil, ki adı Scott’ydi artık, dünyaya prematüre de olsa gelmeyi başarmıştı.

Tüm dünya bu durumla çalkalanıyordu. Bazıları bunu dinlerin hanesine yazdı; Tanrı onun doğmasını istemişti ve doğmuştu. Bir mucizeyi açıklamaya çalışmak yararsızdı, eğer insan taklit edebilseydi zaten bunu sayısız hamster ve kobay faresiyle son üç yıl yapabiliyor olmalıydı. Şükür ki o zamanlar Japon bilim adamları Tokyo’da bu işin teolojik açıklamalarına pek kulak asmadı. Hemen yapay bir ana rahmi geliştirip içine birkaç tane nanobot yerleştirdiler ve bir fareyi içine baygın halde bir solunum aparatı ile daldırdılar. Plasentanın amacı farelerin organik yapısını taklit edecek şekilde hazırlanmış olmasıydı. Ve başardılar fareyi 30 santim öteye bir plasenta yığının içinden yaşar şekilde çıkardılar. Niye başardıklarını bilmiyorlardı ama yine de taklit ederek başardılar. Dehşet bir hesaplama gücüne sahip olsalar da deneyi daha azıyla gerçekleştirdiklerinde bunun pek de önemli olmadığını anladılar. Fakat bir fark vardı bazı denekler yine “patlıyordu” genel olarak yaşlı farelerde olan bir olaydı. Genç farelerin hepsi güzel bir şekilde ışınlanıyorlardı.

Teorisyenler harıl harıl deneyin verileri üzerine çalışmaya başladı. Madagascar’da internete yayılan bir teori tüm bariyerleri aşıp teorik fizikçilerin masalarına ulaştı. Genç fizikçi Jacquiln İsveç’teki teorik fizikçiler konferansına şu sıfatla kabul edildi “genç teorik fizikçi”. Fakat Plasenta deneyleri diye anılan durumu açıklayıcı bir teori sunduğunda “genç” sıfatının önüne “dahi” kısmı da eklendi. Afrikadaki ilk deneyin videosu ve Japon meslektaşların cömertçe internete yayınladıkları deney verilerini harmanlayan Jacquilin her ışınlanmada aslında bir enerji çeperinin etrafında oluştuğunu ve kesim ile bu enerji çeperinin bildiğimiz gerçeklikten sıyrıldığını gösterdi. Eğer bu enerji çeperi ana maddeden çok da değişik değilse sorun yoktu insanın anlayamayacağı bir mertebede bir “kurtulma” gerçekleşiyor ve bu ince “kurtulma” tabakası ışınlanmada feda ediliyordu. Bir malzemeyi iletirken bundan bir sorun yoktu fakat organik yapılar   hücresel boyutta bir yapı bozumuna uğruyordu. Bu hücresel yapı bozumu diğer kısımlara yayılarak ışınlanan organik yapının dizilim sekansını bozuyordu. Ama Plasenta hem organik hem de ölü bir yapıydı. Canlının vücuttan ayrılmadan önceki DNA parçasıydı. Eğer ışınlanmada böyle “ölü” ama vücudun parçası olan bir kalkan yapılıp her ışınlanmada feda edilirse ana biyoloji yapıda boyutsal anlamdaki bu çözülme durdurulabilir hale geliyordu. Plasenta düşük konsantrasyonlarda yeterince yok olmazsa biyolojik yapı da zarar görüyordu. Ya da iyi haritalanmamış bir plasenta ağı ana biyolojik kısma iyi uyum sağlayamıyor ve “delikli” bir kalkan oluşturuyordu. 

Jacquilin açıklamaları bunla bitmedi. Plasentanın illa sıvı olması da gerekmiyordu çok daha seyreltilmiş konsantrasyonlarda  deney altında belli bir gaz bulutu şeklinde tasarlanabileceğini fizik komitesine kanıtladı. Ayakta alkışlanırken fizikçiler bir dahaki aşamada neyin bu sefer ışınlanmaya başlanacağını çok iyi biliyorlardı; sıra insandaydı.

Jacquilin’in teorisi ilk deneylerden sonra daha da pekişti. Plasentayla gönderilen canlıların bedensel bütünlükleri korunuyordu. İlk ışınlanma tam 20 metre öteye oldu ve sağlıklı bebek koyun denek çok rahat şekilde yaşamaya devam etti. İlk denemeler hep yeni doğmuş bebekler aracılığıyla oluyordu.

Bu sırada sessiz sedasız Kosta Rica’daki özgür laboratuvarlarda ışınlanma enerjisini alternatif bıçaklarla yapan bir grup maliyetleri mevcut düzeneklerin %34.4 ‘üne kadar indirebileceklerini iddia ettiler. Tamamen silisyum yani kumun yeniden işlenmesiyle oluşturulmuş bir bıçak geliştirilmişti. Öte yandan bu maliyetler tremerin seyreltilmiş ve akıllıca kullanılması ile ilgili bir İsviçreli bir grubun makalesinde bu malzemenin %85 oranında tekrar kullanımında bahsediyordu.

Plasenta deneyleri yapay plasenta kullanımına dönüştü ve yetişkin hayvanların genetik materyalinden yapılan bu yapay sıvı sayesinde ilk “yaşlı” denekler ışınlanmış oldu. Bu sırada Jacquilin’in dehası tartışılmaz makalelerinin ardı arkası kesilmiyordu. Plasentanın sıvı hali bu iletim yöntemini zorlaştırıyordu. Elektromanyetik bir gaz bulutu ile gazlaştırılmış plasenta süsü verilen bir bulut pekala bu işi görebilirdi. Yok olan kısım ne de olsa tek bir atom kalınlığındaydı.

Çığır açıcı fikir nükleer füzyon araştırma merkezinden geldi; Tokamaklarda kullanılan sıkıştırıcı lazer ve elektromanyetik kalkan yöntemi pekala bu duruma uygulanabilirdi. Bu durumda içeride tutulması gereken şey sadece hafif elektrik yüklü bir bulut olacağından çok daha basit ve tehlikesiz olacaktı. Milyon kelvin mertebesinde sıcak plazma ile çalışmak bilim insanlarını bu konuda aşırı hassas ve yetenekli hale getirmişti. En azından bu sefer yanlış yaparlarsa kaybedilen şey odaya akmaya başlayacak bir plazma çorbası değil, biraz gaz olacaktı

Denek düzeneği kuruldu ve ilk hayvanlı deney olan “Kirk” adlı küçük tavşan yapay plazma gaz plasentasına alındı. Dünyanın izlediği bir deney oluyordu. Fakat kapsüldeki plazma zerreleri o kadar azdı ki ekranları önünde duranlar sadece bir fanus ve tavşan görüyorlardı. Işınlanma sekansı başladı ve yaklaşık elli dakika kilitlenmesi için sürdü. Bir anda plasentadaki atomların mavi şekilde parıldadığı ve tavşanın diğer fanusta belirdiği görüldü. Dünya nefesini tutmuş geri kalan hayatlarını inanılmaz derecede etkileyecek bir olayı televizyonda izlemişlerdi. Sanki sahilde durup dev bir tsunaminin gelip size çarpmasını beklemek gibi bir şeydi. Kültür üzerindeki etkisi daha bile fazlaydı.

ışınlanma dizilerden, yemek tariflerine kadar her şeye girmişti. “Tavuğunuzu pişiremediyseniz dert değil size yenisini hemen ışınlıyoruz” dedikleri bir bilimkurgu dizisi artık o kadar da bilimkurgu gözükmüyordu. Gerçekle hayal arasındaki makas açıklığı giderek daralmıştı.

Deney sonucunda gerekten gazın %99.998 oranında karşı tarafa geçtiği belli oldu. Böylece teori ve pratik bu quantum deneyinden birbirini doğruladı.

Birleşmiş Millet bir sonraki noktada birini kendini ışınlamayı deneyeceğini çok iyi biliyordu. Birkaç vaka olmuştu bile ve gömülecek çok hoş bir ceset oluştuğunu söylemek zor olurdu. Hatta Belçika’da “az daha “ başaran birini bile duymuşlardı adamın kafasın yanlış yere monte şeklinde çıkmış ve denilene göre 1 dk boyunca yaşamaya devam etmişti. Filipinlerde bir köle tüccarı bilinmeyen bir adada kaçırılan insanlar devamlı deney yapmaya çalışıyordu. Tabi ki endüstriyel bir maden ışınlanma ünitesi ile başarı şansınız neredeyse sıfırdı. Fotoğraflar korkunçtu çocuklar, zahmet edip bakmayın.

Genel olarak mevcut tekniğin karmaşıklığı ve cihazların o kadar da kolay yapılamaması sebebiyle dünya çapında bir fenomenden de bahsetsek olay üniversite ortamlarını pek aşmamıştı. Endüstriyel ışınlanma araçları canlı deneylerde denense de şimdiden biraz “eski moda” kalmaya başlamıştı. Bu konuşmalara ve “ilk” olma hastalığına bir son vermek için Birleşmiş Milletler konseyi bu ilk insan seçimini katkılarıyla en çok bu olaya hakim ve hak eden kişinin ellerine bırakarak olaydan sıyrıldı; yani Jacquilin’in eline. Jacquilin  bu konuda en yetkili kişi ve deney düzeneğine en hakim kişilerden sayılıyordu.

Doğru insanları toparlaması ve istediği düzeneği yaptırması yine de üç ay gibi bir zaman aldı. Bu süre zarfından sayısız başarısız deney de televizyonlarda yer almaya devam etti. Bu dönem çocuklar, insanlarda belli ölçüde bir ışınlanma paranoyası olmaya başladı.

Seçilen yer CERN laboratuvarlarıydı. Burada kontrollü bir deney yapabilir ve nükleer füzyonda kullanılan lazerler iyi bir şekilde kullanılabilirdi. Kontrollü deney odasında 8 tip kontrol lazeri ve 4 tip kesim bıçağı bulunuyordu. Kimin ışınlanacağı bilinmese de denek odasındaki fanus tam bir insan büyüklüğündeydi. Jacquilin fanusa yanaştı ve tüm dünya nefesini tuttu. İlk kendi girecek zannedilirken tanıdık bir sima anadan doğma çıplak şekilde fanustan içeri girdi. Siyahi çevre aktivisti Anapur Zwatva küresel ısınma ve tüm canlıların yaşam hakkın konusunda büyük uğraşlar vermiş bir kadın aktivisti. Kendisi anlaşılan Jacquilin’in en büyük kahramanlarından ve onu heyecanlandıran insanlardan biriydi. Artık hiç kimsenin çevre olaylarını gözardı etmemesi ve dünyada bütünlük hissi vermek için bu barış aktivisti insandan deneği olmasını istemişti. Anapur o zamanlar altmışlarının sonlarındaydı, bu küçük çocuk kendisine böyle bir hayranlık besleyerek bu teklifi sunduğunda gözlerinin içine baktı ve hiç tereddütsüz kabul etti. Eğer işe yaramazsa Anapur ölecek ve tarih Jacquilin  yazdığı makalelerle değil bir ışınlanma infazcısı olarak hatırlayacaktı. O yüzden üç katı daha fazla dikkatli olmalıydı. Teoride iki lazer bu iş için yeterliyken o gün birbiriyle senkronize sekiz lazer bu meleksel geçişin kapısını aralamak için konuşlandırılmıştı.

Anapur ailesiyle ve Jacquilin  ile helalleşti. Tek yönlü bir gidiş olabileceğini herkes biliyordu. Ama bir taraftanda insan biyolojik olarak bir hayvandan farksızdı; eğer on değişik hayvan denekte işe yaradıysa onlarda da yaraması gerekiyordu diye Jacquilin içinden geçirmiş. Tabi bunu sonra biyografisini okuyunca öğrendik.

Herkes yerlerine geçti ve deney saati geri saymaya başladı. Sanırım o sırada yeryüzünde bir ekranı olupta bu olayı kaçıran kimse yoktu. Yayın sayısız uydudan dünyadaki vericilere aktarılıyor ve sayısız kere çoğaltılıyordu. Dünya yarım saatliğine durmuş, çoğu birinci dünya ülkesinde parti yapmak için o geri sayım bekleniyordu.

Geri sayım sıfırı gösterdi ve lazerler gaz bulutunu şekilde tutuyordu. Biz sadece televizyondan bir fanusta çıplak duran bir kadını izliyorduk. Bir de o bilindik mavi elektiriklenme oldu ve kadın kayboldu. Karşı odadaki hoparlörden şu ses duyuldu “Ben yaşıyorum”. Sevinç çığlıkları laboratuvarda yankılanırken en sonunda televizyonlara ikinci fanustan da görüntü geldi. Sağlıklı şekilde yaşlı kadın fanustan bir bornoz eşliğinde çıkarılıyordu. Laboratuvardakiler hem sevinip hem rahat bir nefes aldılar; ikinci fanusta bir et yığınıyla karşılaşmak hiç hoş olmayacaktı. Fakat bu güvenlik nedeniyle ikinci fanusu göstermeme olayı yıllarca devam eden “ama ışınlanma hiç gerçekleşmedi ki” mitinin temellerini atacak ve ışınlanma kullanmamış çoğu kişiyi mağralarında saklanmaya itecekti.

Önümüzdeki aylarda Jacquilin  Anapur’u bir seri psikolojik deney ve hafıza testine soktu ve onunla uzun konuşmalar yaptı. Hem kahramanıyla bu kadar yakında olmak hem de sağlıklı bir şekilde onu bir fanustan direk dünya tarihi kitaplarında saygıdeğer bir yere ışınlamış olmak onu çok mutlu etmişti. Bu ünlü deney arkasında birkaç jet pilotuyla aynı deneyler tekrarlandı ve onlarda müşahede altına alınarak bir zarar görüp görmedikleri tespit edilmeye çalışıldı. Ama pratik teoriyi doğruluyordu deneklerde. Bu mesafe ve özenle yapılmış bir sistemde hiçbir eksiklik yoktu. Sıra artık bu bisikletteki destek tekerlerini atmaya gelmişti. Daha az ekipmanla, daha uzağa ve daha az enerjiyle bu işi nasıl yapabilirlerdi. Şimdiye kadar teori pratiği desteklemişti şimdide ampirik deneysel bilginin teoriyi beslemesi ve yeşertmesi gerekiyordu.

Şimdi sınıfta bir sürü el kalkıyordu. Hugo sırayla birilerine söz verdi

“Siz bu deneyi gerçekten izlediniz mi?”

“Yatırımlarınız değişti mi o sırada ne yapıyordunuz? Nasıl hissettiniz?”

Deneyi tabi ki de izledim. Kayınpederimin evindeydik ve bir yanısıtınca o bir saati gözümüz ayırmadan izledik. Gerçeği söylemek gerekirse çok heyecanlıydı ama ben Jacquelin’e güveniyordum. O sırada bir ören yeri için artırılmış gerçeklik sergisine danışmanlık veriyordum. Bilmiyorum herhalde insanlar ışınlanabilirse daha çok gezerler diye düşünmüş olmalıyım.

Neyse konumuza geri dönelim. Süper güçler hemen böyle bir cihaz sipariş ettiler. Önemli devlet adamları bir saldırı altında bilinmeyen bir noktaya böylece ışınlanabilecekti. Ama öncelikle mesafenin artırılması gerekiyordu. Amerika ordusunun yaptığı deneyler sonucunda mesafe 3 kilometreye kadar çıkarılmıştı. Eski madde iletim teknikleri hızlı bir şekilde canlı denek iletimine de aktarılıyordu. Odaklanma için biraz bir zamana ihtiyaç da olsa. Yaklaşık iki buçuk saate ihtiyaç vardı. Mesafeye ve kullanılan boyut fenerinin kesinliğine ve ağ yapısına bağlı olarak zaman değişiyordu. Kurtarma platformları ve bazı yüksek tabakanın zamansal problemleri düşünüldüğünde ticari potansiyeli büyüktü.

Devlet adamlarından sonra direk tabi ki zenginler sıradaydı. Devletin bu teknolojiyi üzerinde mutlak egemen olmadığı açıktı çünkü ilk canlı deneyden altı ay sonra ilk “ışınlanma” firması varlığını Güney Kore’de ilan etti. Seçkin bir zümreye hitap eden bir dizi ışınlanma mekanları sunuluyordu. Başlarda birkaç seçkin kişiye hizmet vereceğini açıklayan firma bu saygın kişilerin hiçbir sağlık problemi yaşamadan saatler içerisinde Atlantik “uçuş”larını yapabileceğini söylüyordu. Daha mesafe yeterli olmasa da insanlar gelecekteki bir olasılık için bilet almaktan çekinmediler.

Şirket Seul’deki merkezinde seyahat edecek insanların DNA’larını topluyor ve hazır halde yapay plasentalarından her gün iki kopya bekletiyordu. Bunun sonucunda kişiler istedikleri yerlere ışınlanma hakkını kazanıyorlardı. Işınlanma menzili canlılar için çok hızlı bir şekilde yükseliyordu. Sistem 75 km sınırında devreye girse de kısa sürede 95 km mesafesi konuşulmaya başlanmıştı. Süre ise o zamanlar iki saat civarındaydı.

Hollywood ünlüleri dahil birçok kişi bu servisi almak için sıraya giriyorlardı. Bazı ünlüler bunu “yeniden doğma” olarak görüyor ve mistik bir anlam yüklüyordu. Tabiki yaptıkları şey sadece bir laboratuvara gidip yapay rahime (o zamanlar bu kabinlere öyle deniyordu) binmek ve plasenta gazıyla çevrelenip keyiflerine bakmaktı Koreli firma için ilk amaç coğrafik olarak Japon, Hintli ve Arap yatırıcımların hızlı şekilde buluşup görüşebilmelerini sağlamaktı ama Hollywood ve Bollywood oyuncuları bu işi bir sansasyonel hale getirmeyi seviyorlardı. Bilet fiyatları nerden başladığınızdan bağımsız olarak 18000$ idi. Bazıları bunu ilk Concorde süpersonik uçuşlarına benzetiyordu. Birazdan anadan doğma olarak bir ışınlama tankına girecek ünlüler tüm güzel giysileri ve ihtişamlarıyla aşırı lüks loncada bekliyorlardı. İlk zamanlarda elbiseleri onlardan önce ışınlanıyor ve sonrasında giyiliyordu. Sonraki süreçlerde bindirilmiş ayrık kesim tekniği sayesinde  elbiseli ışınlanma da mümkün oldu. Bu teknik ile bilim adamları biyolojik ve parçalı şeylere ayrı ayrı kilitleniyor ve ayrı “paketler” halinde ışınlanmayı gerçekleştiriyorlardı.

İlk değişiklikler havayolu şirketlerinden geldi. Bu coğrafyadaki “birinci sınıf” mevki uçuşları kaldırdıklarını ilan ettiler. En kalın derili havayolu bile böyle bir alternatif varken zengin zümreye hitap edemiyordu. Bu günlerde çok az sayıda kamyon veya TIR yollarda idi, artık bu yol canavarları bir hurdalıkta çürümeyi bekliyor ya da bir üçüncü dünya ülkesinde kullanılmak üzere onda bir fiyatına yollanıyordu.

Madencilik bu işin sevindiren kısmıydı; nerdeyse tehlikeli madenlerde kayıp sıfıra inmişti ve insanların yer altında çalışma zamanları çok daha aza iniyordu. Büyük kütleler dünya yüzeyine ışınlanıyor madenciler burada cevher üzerinde çalışıyor ve binlerce metre yolu aşağıda karanlık dehlizlerde gitmek zorunda kalmıyordu. Dolayısıyla madencilik klostrofobik bir meslekten bir açık hava mesleğine evrilmeye başlanmıştı.

Gemicilik garip bir hal almıştı. Genel olarak gemicilik artık okyanusta belli bir noktaya gelip burada yüzer bir boyut feneri olarak işlev görmesini gerektiriyordu. Sığ kısımlarda bulunan mevcut petrol platformlarına acayip bir talep vardı.

Koreli şirketin başarısını İngiliz bir hava yolu şirketi izledi. Tüm kaynaklarını uçak teknolojisinden çekip bu ışınlama teknolojisine aktarmaya karar verdiler. Amaçları Atlantiği geçmekti. Çinli teorisyenler bu sırada menzili 165 km civarına çekmeyi başarmıştı. Antartika’daki bir üst dahil olmak üzere Atlantikte 4 adet boyut feneri yardımıyla 150 dakika içerisinde bu şirket müşterilerini okyanus ötesine ışınlamayı başarmıştı. Fiyatları daha makul seviyedeydi  7000$ olan herkes ve önceden rezervasyon ve DNA kaydı yapmak kaydıyla bu servisten yararlanabiliyordu.

Atlantik “ışınlanmanın” etkisi büyük oldu. Öncelikle birçok havalimanı projesi askıya alındı bu zincirleme olarak  bu uçak şirketlerinden bir paniğe yol açtı ve şirketler küçülmeye ve adam çıkarmaya başladılar. Boeing ve Airbus gibi büyük şirketlerin hisseleri hızla çakılmaya başladı ve onlarda Ar-Ge kaynaklarının %70’ini yeniden yapılandırmaya ayırdıklarını açıklamak zorunda kaldılar.

Herkes biyolojiye kilitlenmişken bir adım da herkesin artık unuttuğu bir alandan geldi. Rus bilim adamları enerji ihtiyacını %45 daha azaltarak malzeme iletim teknolojisinde malzeme iletiminde sıfır kayıp ile 310km bandına ulaşmayı başardılar. Teoride yapılabilir olduğu zaten Şili’li bilimciler tarafından 1 yıl önce açıklanmış olsa da yine de pratikte bu noktaya ulaşmak bazı taşıma şirketlerinin ağızlarının suyunu akıtıyordu. Hala mekansal belirsizlik yaklaşık 30 metre kadardı.

Makro anlamda bunlar olurken mikro anlamda insanlar kısa mesafeli 5km ama çok kesin makineler üzerinde çalışıyordu. Bostonlu bir teknoloji şirketi geliştirdikleri düşük maliyetli iletim sistemi ile 5 km de sadece 10 cm hata payı ile bir metre küpten küçük olmak kaydıyla malzemeleri insanların evlerine anlayabileceğini iddia ediyordu. Online alışveriş sitelerinin altın çağı tekrar başlamıştı. Artık kapınıza anında gibi şeylerden bahsediyorduk. Tabi bu durum küçük tatsızlıkları da beraberinde getiriyordu.

İlk rahatsızlık “ETA” bombacılarından İspanya’da bir karakola “doğum günü pastası” göndermesiyle yaşandı. Bomba patladığında birçok kişi zarar gördü ve iki polis hayatını kaybetti. İspanya hükümeti hemen bütün ışınlanma makinelerinin lisanslanması ve bir haftalığına durdurulmasını istedi. Herkes tedirgin olmuştu; tabi ki yeni aldığınız matkabın evinize aniden evinizde belirlenmesi hoş bir şeydi ama kimse tek tuşla terörist eylemlerin yapılabilir olmasını istemiyordu.

Bu ilk dronelarla alışveriş çılgınlığı oluştuğunda olan durumun yaşanması kaçınılmazdı. Sevimli ama biraz yaramaz çocuk olan ışınlanmanın birkaç kurala ve sınıra ihtiyacı vardı.

Hükümetlerin ilk yaptıkları şey bu küçük firmaları hızlı şekilde durdurmak oldu ve sonra hiç yapmadıkları bir şey yaptılar; İnternette bu sorunla ilgili bilim adamlarını çalışmaya çağırdılar. Güvenliği tehdit eden bu durum bu teknolojinin gelişmesinin önünde bir setti. Bir paketin göndereni varsa alıcısı da kabul etmeliydi.

Çözüm Çin’deki laboratuvarlardan geldi. Kontrol manyağı bir hükümet olduğu için ilk ışınlanma fikri ortaya atıldığında ilk yaptıkları şey ışınlanmanın daha ucuz ve uzağa daha kesinliği ile ilgili çalışan bir departman değil nasıl kontrol altına alınacağının üzerinden çalışan bir departman oluşturmak olmuş. Geldikleri nokta şuydu kuantum “kesim” yöntemi sonucu ortaya çıkan dalga tayfları incelenmiş ve herkesin ayrıştırmaya çalıştığı bozuntu dalgalarını yoğuşturarak bir kafes yapmıştı. Eğer kafesin dış tarafı bir boyut “kesimiyle” çarpışıyorsa hemen duruyordu. Çin’de geliştirilen bu teknoloji Amerikan casuslar tarafından sızdırıldı fakat internette bazı özgür hacker grupları teknolojinin Amerikan casus iletişim ağındaki kalıntılarını sanal ortamdan kazıp çıkardı ve parçaları birleştirdi. Artık “ışınlanma ızgarası” açık kaynaklı bir koddu. Başta ne Çin ne de Amerikalı istihbarat birimleri bu bilginin nasıl sızdığını anlayamadılar fakat sonraki tarih çalışmaları projede çalışan Çinli bilim adamlarının bu terör olayından çok etkilenerek bilgiyi insanlığa hiçbir karşılık beklemeden hediye ettiklerini gösteriyor.

“Izgara” çok hızlı bir şekilde bankacılık ve güvenlikli arazilerin korunmasında kullanılmaya başlandı. Yapılan denemeler bu dalga ızgarasının aslında ışınlanmayı durdurmadığı ama dalgayı çoook yavaşlattığını gösteriyordu. Yani ızgaranın yoğunluğuna göre kesim sisteminde bir yavaşlama ve sapma meydana geliyordu. Pratik olarak bazı ışınlanmaların hiç yapılamayacağı anlamına geliyordu ya da ışınlanan cismin hiçbir zaman yerini bırakmayacağı veya hiçbir zaman istenen yerde birleşmeyeceği teoride istatiksel olarak kanıtlandı.

Fakat kullanıcıların bu durumda bir sorunu vardı; Onlar hala ışınlanma kullanmak isteseler napabileceklerdi. Bunun cevabını aslında Alexander Graham Bell iki yüzyıl önce vermişti; kişisel bir numara alınması gerekiyordu. Fransız bilim adamları kesim tekniğindeki dalgaya boyut kesimi incelerken kullanılan bozuntu dalgalarından birini dolayıp diğer tarafta da aynı dalganın dişil kısmı yayınlandığında ızgara bir geçiş yolu açıyordu. Yani ulaşmak istediğiniz kişinin pratikte boyut feneri dolayısıyla kuantum şifrelenmiş dalga numarasını biliyorsanız ızgara sizin için geçilebilir bir duvar oluyordu. Devletler biraz da olsa rahat bir nefes aldılar; ışınlanma şimdilik internetin olduğu tehlike seviyesine inmişti. Hala delice şeyler yapabiliyordunuz ama en azından elle tutulur, biraz kontrol edilir bir hal almıştı. Gerekli yasal düzenlemeler de yapıldığında şimdilik pandoranın kutusunun en azından bir şifreli kilidi vardı diyebilirdik
“Hocam ilk adresininizi siz ne zaman aldınız?” diye bir soru geldi.

Nerdeyse ilk alanlardanım kodumun başı Q ile başlıyordu öyle diyeyim. Herkes bir “wow” çekti. Q koduyla başlayan adresler genelde ünlüler tarafından satın alınan en eski adres ailesine aitti.

Neyse devam edecek olursak , boyut ızgaraları ilk başta pahalı şeyler gibi gözükseler de hızlı bir şekilde boyut fenerleriyle aynı fiyatı gördüler. Işınlanma pahalanmıştı. Numaraları, fenerler adresleri korunma ızgaraları….Artık hayatımızın jargonları olmaya başlamıştı.

CERN’de bu olay üzerine kurulan departman enerji ihtiyacını akıl almaz bir oranda düşürerek neredeyse bir insanı 10kW altında bir enerji ve 10 dakika odaklanma ile 20km deki bir mesafeye ışınlamayı başardı. Uzun mesafe deneyleri Moskova’ya yakın bir laboratuvarda gerçekleştiriliyordu. Mesafe sonunda insan için 250km’ye ve  bir tonluk bir kömür yığını için 330 km ‘ye ancak emekliyebilirdi. Fakat enerji ihtiyacı hala baya yüksekti. Boyut feneri teknolojisi gelişmeye devam ediyordu. Karşıda bir adres olduğu takdirde ve paketler biraz küçük tutulduğunda  on metre küplük bir malzemeyi deformasyon olmadan 100 kilometreye ye kadar ileri gönderebildiler. Fakat bunu için gerekli hesaplamaları yapmak yaklaşık bir süper bilgisayarın o zamanki haliyle bir yılını alıyordu. Enerji ihtiyacı için de bir nükleer santralin 3 ay boyunca sırf bu oluşumu desteklemesi gerekiyordu; Mesafe arttıkça enerji bu canavarın enerji ihtiyacı kat ve kat artıyordu.

Japonlar cevabın hesaplama teorisinde olduğunu biliyorlardı. 4. bir kesim yöntemini ortaya attılar. Sonun bilgisayar tarihindeki ilk gerçek kuantum bilgisayarı birleştirmeyi ve çalıştırmayı başardılar. Normal 1 ve 0 lar yerine atom altı parçacıkların spin yön ve yüklerini kullanan bilgisayar bilinen tüm süper bilgisayarlardan en az 233 kat daha hızlı işlemi gerçekleştiriliyordu. İlk bilgisayarlar gibi bir oda büyüklüğündeydi; ama son yüzyılda insanların beklentileri o kadar artmıştı ki kimse onun bir oda büyüklüğünde çok uzun süre kalacağına ihtimal vermiyordu. 4. Kesim mevcut dalga boyutunda kullanılmayacak bir kısmın diğer dalga boyutlarına bindirilmesi ve bir bıçak gibi kullanılarak diğer dalgaları “temiz” ve “bozuntudan” uzak hale getirmesiyle ilgili bir durumdu.

Bu yıllarda fark etmedik ama kargo şirketleri derin değişimler geçiriyordu. Yollarda hemen hemen hiç paket servisi yapan kamyonlardan kalmamıştı. Yerel dağıtımcılar kendi küçük ışınlanma merkezlerini oluşturabilmek için yarışıyorlardı. İlk önce büyük şehirlerde birer ışınlanma merkezi kurarak yurtdışı ve şehirlerarası şebekeleri değiştirdiler. Evet düzenek biraz pahalıydı ama bir iki yıl içerisinde piyasada fosilleşmekten iyi olduğunu düşündüler. Bir çok şoför ve dağıtıcı işsiz kaldı ,grevler yapıldı ama fayda etmedi. Dün mevcut olan meslek grupları bugün yoktu.

Açılan küçük ışınlanma charter “uçuş” şirketleri lisanslarını aldıklarında asıl darbeyi Boeing ve Airbus gördü. Hiç kimse artık neredeyse uçmak istemiyordu. Mevcut hava yolları şirketleri belirsizlik ve yavaş yavaş eksiye giden bir talep doğrultusunda gelecekteki uçaklar için hiçbir yatırım yapmıyordu. Bir den Boeing iflasını ilan etti. Arkasından Airbus çok büyük oranda küçüleceklerini ve   kapitallerini yeniden yapılandıracaklarını açıkladı. Özetle onlar da iflas etmişti ama paralarıyla ne yapacaklarıyla ilgili birkaç fikirleri vardı. Artık havacılık tarihi, zeplinler gibi çok özel bir noktaya oturmuştu, uzun mesafe taşımacılığı başka bir teknolojini eline geçmişti. Kronosun çocukları babalarını hapsetmişti artık yeni çağ kendi ayaklarının üstünde durmaya başlamıştı.

“Hocam siz hiç bir uçakla uçtunuz mu? Çok mu heyecanlı?”

Ahh evet bazen siz çocukların uçaklarla hiç uçmamış olduğunuzu unutuyorum. Sadece simülatörlerde veya üç boyutlu filmlerde görüyorsunuz .Evet ben tabi ki uçtum. Eskiden beni San Paulo’daki evimden Avrupa’ya getiren başka bir araç yoktu. Ama çocuklar uçmak istemezsiniz on altı saat bir tüpün içinde kapalı kalıyordunuz işte buydu yani. Nerde kalmıştık?

“Kargo şirketleri yok oluyordu hocam. Herkes işsiz kalıyordu.”

Ha evet. Enerji ihtiyacı aşırı şekilde düşmüş olması ve mesafenin gerçekten yüksek bir meblaya çıkması tabi ki büyük değişiklikler getirmişti. Hala ışınlanma araçları gönderici olsun, boyut fenerleri olsun büyük bir bilgi birikimi gerektiriyordu. Kendi özel araçlarını garajlarından geliştirmeye çalışan zihni sinir bilim adamları vardı ama çok azı bu kadar kesinlik ve bilgi gerektiren bir aleti doğru dürüst yarı çalışabilir halde yapabiliyordu. Çoğunlukla yaptıkları şey Tanrı’ya şükür çalışmıyordu en iyi ihtimalle ilk internete sızan modelin ucuz bir taklidini yapmayı başarıyorlardı. Fakat internetin karanlık arka sokaklarından insanlı deneyler yapan veya aslında çok 500km’ye tek seferde 2 dk nın altında malzeme yollayan karaborsa ışınlanma aletlerinden bahsedilmiyor değildi. Çağ atlasak da insanların hep kafasından “birilerin 10 kat daha iyi çalışanını yapmış ama hükümetler gizliyor” paranoyasını silemiyorduk. Söylemek gereksiz ama ileriki yıllarda ne bu süper karaborsa ışınlanma aleti ortaya çıktı ne de zihni sinirler var olan ışınlanma teknolojisine bir katkı yapabildiler. Birkaç talihsiz adam hatta öteki taraftan bir molekül yığını olarak çıkarak çok efektif ve acısız bir intihar yöntemi icat etti sadece.

Güzel kısımlara şimdi geliyorum çocuklar. İlk aşamada bu sistem tatil anlayışımızı değiştirdi. Zaman ve fiyat kavramı aynı şeye yaklaşınca kimse “hadi gidip İngiltere’nin güneyinde denize girelim” dememeye başladı. Ortalama bir uçak bileti parasına isterseniz Tayland kıyılarından isterseniz Küba kıyılarından denize gidebilecekken kimse Almanya kıyılarını tercih etmedi tabi ki. Ana ışınlanma merkezleri dolup taşınca bazı bölgeler kendi ışınlanma sistemlerini kurdurmaya başladı .Hiç kimse Mumbai’ye 15 dk da Avrupa’dan uçup sonra Goa’ya 4 saat uçak ile uçmak istemiyordu. Toplamda 25 dk da tüm bunları halleder oldular. Bazı insanlar nereye gittiklerini bile bilemeden yerel halkın ne konuştuğunu bile bilmeden tatil yaptılar. Etrafta dolaşan bir hikayede ailecek pasifik adalarına yüksek ücret ödeyerek giden Amerikalı ailenin 3-4 hafta sonrasında Taylan’da bir adada tatil yaptıklarını öğreniyordu. Şirket küçük yazılarda yazdığı bir hakkı kullanarak onların tatil paketlerini değiştirmişti. Fakat bu aynı zamanda insanların hayallerindeki yerleri birçok insanlar paylaşmaları gerektiği anlamına geliyordu. Bir önceki gün instagramda hit olan bir “el değmemiş Karayip sahili” ikinci gün halk plajına dönebiliyordu. Bazı firmalar götürecekleri turist kapasitesini sınırlayarak bu duruma bir ayar vermeye kalktılar. İnsanlar hayallerindeki tatil mekanını 5 çocuklu göbeğini kaşıyan bir baba ve devamlı bağıran bir anne ile paylaşmak istemiyordu. Bu durum bir temizlik problemini de beraberinde getirdi. El değmemiş sahiller pek de o kadar el değmemiş kalmıyordu. Hotel tercih eden insanlar hizmet sektörünün bu ani patlamalara hazırlıklı olmadığını çok hızlı öğrendiler .Evet belki çok hızlı ve verecekleri uçak biletinin beşte biri fiyatına uçuyorlardı elbet ama otel rezervasyonlarını 3 ay öncesinden ve 3 katı fiyata yapmaları gerekiyordu. Otelcilik sektörü de tedirgin sıranın kendilerine ne zaman geleceğini kestiremiyorlardı. Kim akşamında evinde yatmak varken o kadar parayı otele verir ki siz söyleyin.

Herkes o kadar birbirinden haberdardı ki bir yer popüler olunca birden dolup taşıyor ertesi hafta belki çok az insana ev sahipliği yapıyordu. Turizm yatırımları rus ruletine dönmüştü. Bazı insanlar küçük gruplar oluşturdular, gizli yerlerden el değmemiş kumlardan, içinde yıkanılmamış şelalerden, başkasının yürümediği yollardan bahsediyorlardı. “Tatil ve mekan” avcıları grupları tam bu sıralarda oluşmaya başladı. Bazı gruplar fotoğraf ve video paylaşımlarını engelliyordu. Buldukları cennet köşesinin bir yüz bin insan tarafında 3 gün içerisinde ziyaret edilmesini istemiyor, bu kurala uymayan üyelerine kanuni yaptırımlar getirecek kadar işi sıkı tutuyorlardı. 

Tüm teknolojiler en sonunda bir yere doğru giderler; savaşta kullanılabilir mi kullanılamaz mı? Soru buydu. Küresel güçler kara birliklerini aniden transfer edebilecekleri bu teknolojiyi çok olumlu karşılasalar da radikal gruplar ve Afrikadaki hareket halindeki çetelerin eline birkaç tane basit ışınlanma aletleri geçince işin rengi değişti. Bir yeri savunmak gerçekten zorlaşmaya başlamıştı. Baskınlar ve gerilla taktikleri kolaylaştı. “Lojistik” kelimesi anlamını yitirmeye başlamıştı. Ayrıca düşmanınızın kamplarını uzaydan bombalarken birden onların başka bir yere taşındıklarını bilmek çok hoş olmuyordu. Hava bombardımanları işlevsiz hale geldi. İlkinin çözümü ızgaraların yaygınlaşmasıyla kontrol edilebilir hale geldi. Artık güvenli bölgeler ve anti-ışınlanma kampları oluşturulabiliyor; düşman en az 150km uzaklıkta bir yere ışınlanmak zorunda kalıyordu. Bu da “bomba yüklü” araçların ışınlanmasını pek makul kılmıyordu. Fakat her kapının kapanması için ilk önce kapıdan birinin geçmesi gerekti. Bir Amerikan kampı Taliban tarafından bu şekilde bombalandıktan sonra ancak çok sıkı önlemler alınmaya başlandı. Yine de ışınlanma izleri çok zor tespit edilebildiklerinden bu tip radikal grupların bir yerden bir yere seyahatleri kolaylaşmıştı. Ayrıca madencilik için kullanılan yer altından toprak çıkarmaya yarayan teknolojiyi biraz değiştirerek kabus gibi bir yeraltı tünel kompleksine çok kısa sürede ulaşabiliyorlardı. Savaşın asimetriklikliği değişmişti. Kimse artık “bombalarız olur biter “ diyemiyordu, kara harekatları zorunlu hale gelmişti nerdeyse. Bunun yanından milletler bu gibi operasyonlarda askerlerini hafta sonları evlerine gönderebiliyorlardı. Hafta için Afrika’daki terör gruplarıyla savaşan Brezilyalı bir piyade hafta sonu Rio de Jenario’da ailesiyle denize girebiliyordu. Garip bir olaydı ama askerlerin psikolojilerini büyük ölçüde iyileştiriyordu.

Uçak gemileri, nükleer denizaltılar, uçaklar hep ıskartaya çekilmeye başlanmıştı. Lojistik perdeyi askeri kanatta kapatmıştı. Milyonlarca dolar artık başka şekilde harcanıyordu. Yeni konu ışınlanma ve anti-ışınlanmaydı. Yeni koruma yöntemleri ve protokoller geliştiriliyordu. Herkes roketlerin ilk çıktığı günlerdeki gibi “acaba elimdeki bombayı komşunun bahçesine en hızlı nasıl bırakırım” diye uğraşıyordu.

Ortadoğu’da durulmayan rüzgarlar o yaz 2125 Amerika’nın tekrar Suriye’ye müdahale edeceğini duyulmasıyla şiddetlendi. Tekrar eski sahneler kuruldu ve Birleşik Arap Emirliği hava sahasını Amerika’ya açarken Suriye Rusya Federasyonunda yardım istedi. Herkes ışınlanma teknolojisini yarattığı bu euforiden birden çıktı. Savaşın gri bulutları tatsız şekilde etrafta dolaşmaya başlamıştı. Amerika kara harekatıyla işe başlarken askeri hedeflere bir düzine uzun menzilli balistik füze yolladı. Olaylar bundan sonra gelişti. Füzeleri tespit eden mobil rus yapımı radar sistemi güzel şekilde yerleştirilmiş bir boyut ağı sayesinde füzeleri yüksek irtifaya “ışınladı”. Rus hükümeti Amerikalıların bütün sözlü ihtarlarına kulak tıkadılar ve olayla olan ilgilerini inkar ettiler.

İkinci salvoda dünya savaş tarihinde başka bir dönüm noktası olarak anılacak bir durum yaşandı. Amerikalılar füzeleri havada daha hedeflerine varmadan patlatmayı tercih ettiler. Herkes patlamanın şiddetinin Suriyelilerin üstüne gazap gibi yağacağını tahmin ediyordu. Sivil hedeflerinde bu durumdan zarar görmesi kaçınılmazdı. Bu kısacık zamanda; köylere şarapnel, basınç ve sıcak hava yağarken birden çok ince tabak gibi bir ışıkta kırılma oldu şarapneller bir daha görülmedi. Ruslar dahil kimse bu duruma anlam veremedi. An ve an çekilen fotoğraflarda bazı binaların orta kısmında anlık bir girdap halinde beliren bir boyut kapısından bahsediliyordu. Mikro saniye süren bu oluşum bir köyün 10 katı büyüklüğünde bir yeri yanı yaklaşık 50 km lik bir daireyi kapatacak şekilde bir şemsiye oluşturuyordu. Şemsiyeye değen her şey yok olmuş ve füzelerin etkisi nötralize edilmişti. Işınlanma şemsiyesi bir hediyeydi. Türk komşuları yüz yıl önce yaptıkları hataların tekrarlanmaması için pasif koruma sistemlerinin Suriyelilerle paylaşmışlardı. Uzun çalışmalar sonucu bu kısa zaman içerisinde çalışabilen ama merkezinde mobil bir cihaza ihtiyaç duyan füze kalkanı sistemini oluşturmuşlardı. Tam olarak çalışma prensibi anlaşılacağı üzere tabakaya değen malzemeleri gelişigüzel bir şekilde parçalayıp  diğer boyuta bir yumak olarak aktarmak ve vektörel olarak parçacıkları uzay ortamında değişik yönlerde ortaya çıkararak birbirlerini nötürlemelerini sağlamaktı. Aslında nötürlenen “yumak” daha önceden programlanmış başka bir yere ışınlanabiliyordu ama bu daha sonra uğraşılan üst seviye bir alet ile 30 yıl sonra gerçekleşti. Bu aşamada gördüğümüz şey “etki şemsiyesi” denilen bir savunma aracıydı. Amerikalıların bu durumdan hiç hoşlanmadıklarını söylemek anlamsız olur. Zaten savunma aracına da “füze tuvaleti” adını verdiler ve Türk’lerle ilişkilerini bilmem kaçıncı kez bozmayı düşündüler.

Savaş yine de Suriye hükümeti için iyi gitmiyordu; Komşuları sayesinde sivil kayıp vermemiş olsalar da birkaç önemli askeri kampları bu teknolojiden yoksundu ve ağır şekilde bombalanmıştı. Askeri güçleri sakat kalmıştı ve Amerika bu durumu biliyordu. Geniş çaplı bir kara harekat masadaydı. Ruslarda istediklerini almışlardı. Amerika yine bir kara harekatı batağına çekilmişti. Suriye yalnızdı ve uzun bir savaş kapıda bekliyordu. Bu oyunu iki kişi de oynayabilirdi. Ulusal çıkarları tehdit altında kalınca onlarda tehditler savurmaya başladılar. Uyuyan hücreleri uyandırarak Amerika’da bir dizi terör eylemi gerçekleştireceklerini ve Suriye halkının acısını Amerikalıların da çekeceğini bildirdiler. Savaş her zamanki gibi siviller için çok çirkin ve balçık gibi bir hal alacak gibi gözüküyordu. Tüm dünyanın uzlaşma çağrıları pek fayda etmedi, iki taraf da bıçaklarını bilemeye devam ettiler.

“Hocam hiç korkmadınız mı?”

Korktum tabi ama kendim için değil dünyanın geleceği için. Gördüğünüz gibi çocuklar savaş tek bir yeri etkilemez tüm toplumlarda bir travma yaratır. Bu kadar güzel bir teknolojiyi yine savaş tarlalarından görmek çok canımı sıkmıştı.

Fakat devletlerin fark etmedikleri dünya değişmişti ve artık bu oyun iki kişilik bir oyun olmaktan çıkmıştı. İnternetten organize olan bir grup herkesi Washington’a çağırdı. Önceki savaş protestoları 10 binlerle ifade ediliyordu ve polis buna göre hazırlık yapmıştı. Tam 5 milyon kişi Amerika’ya o gece ışınlandı ve  Washington’da toplanmaya çalıştı. Polis ilk önce direk Washington’a ışınlanmayı yasakladı fakat en yakın ışınlanma noktalarından hala millet gelmeye devam ediyordu. 50 km öteye ışınlanıp “Barış Yürüyüşü”nü başlattılar ve yavaş yavaş emin adımlarla beyaz saraya yürüdüler. Suriye’de de aynı şey gerçekleşiyordu. Japonlar, İngilizler, Ruslar, Kosta Ricalılar, Kanadalılar, Kongolular, İtalyanlar, Bahreynliler, Lübnan’daki Kızılay  ışınlanma merkezine ışınlanıp Halep’e doğru yürüyüşe geçtiler. Artık insanlar birkaç aptalın ülkeleri savaşa sürüklemesinden sıkılmıştı. Yürüyüş tam bir hafta sürdü insanlar eğlendiler, coştular barış diye haykırdılar ve her biri Halep ve Washington’a ulaştı. Orda tüm dünyanın gözü önünde liderleri ablukaya aldılar, bütün akşam şarkılar söylediler onları uyutmadılar. Tüm şehir barış anıtlarıyla yazılarıyla doldurdular ve sonunda liderleri bıktırdılar. Polisler silahla çatışanlar, ölenler de oldu fakat yerel halk sonunda barış yürüşçülerinin yanında yer aldı ve liderler düştü. Yerlerine geçen insanlar uzlaştılar ve dünyaya garip bir optimizim dağıldı. Sanki her yere “barış” ışınlandı. Bir grup kendilerine “Barış Yıldızı Yürücüleri” adını verdi. Birleşmiş milletler daha kesin şekilde müdahalelere bir bir tiranları ve yandaşlarını dünyadan temizlemeye başladı. Umut garip bir şekilde her yerde yeşermeye başlamıştı.

Lübanlı bir çocuk söze girmek istedi.

“Hocam benim ailem o yürüyüşlerde tanışmış. Babam hep anlatırdı. Siz de yürüşlerde yer aldınız mı?”


Evet yer aldım.Tarihi bir dönemdi ve bir tarihçi olarak ve en önemlisi bir insan olarak orada yer almam gerekiyordu.

Savaşın durdurulmuş ve hükümetler zoraki olarak anlaşmışlardı. Dünya bir barış dalgasıyla yıkanıyordu. En çarpıcı değişimlerden biri kardeşimde oldu. O günlerde hatırlıyorum  kardeşim Joseph işinden öyle on gün kafa izni aldı ve sonra bir daha hiç o işe dönmedi. Mühendislik yapmaya karar vermişti, değişen dünyada bir yer edinmeye. Ve bilin bakalım  jeoloji mühendisi kardeşim kendini nerede buldu. Sahra projesinin tam ortasında.

Mısırlı bir politikacı Joseph Bedir , Hasan bin Nejat adlı genç genç Suudi iş adamı ile birlikte çok fantastik bir işe giriştiler; Küresel ısınma durdurulana kadar su seviyesi dünyada yaklaşık 0.5m yükselmişti zaten ve bir çok yer bununla baş etmeye çalışıyordu. Venedik cam duvarlarla otantikliğini korumaya çalışırken, Kuzey Afrika kıyıları hem çok uzundu hem de bu kadar pahalı teknolojilere para yatıracak durumları yoktu. Hasan Bin Nejat çok akıllı bir iş adamıydı, o dönem yapay adalardan para kazanıyordu. Hiç olmayan adalar inşa edip son 20 yılda zengin iş adamlarına satmıştı. Varolmayan kara parçaları onun uzmanlık alanındaydı. Joseph Bedir ise kıyı kentlerinden yükselen sulardan dolayı olan trajedileri çok yaşamış bir çözüm arayan politikacıydı. Mükemmel bir özgeçmişi ve güvenilirlik oranı vardı. Kitleleri ve hükümetleri ikna kabiliyeti inanılmazdı.

Fakat asıl inanılmaz bu ikilinin Cezayir Libya ve Mısır ikna ederek sahrayı sular altından bırakma projesini başlatmak oldu. Plan şuydu; su kenarlarına yerleştirilen ve sahradaki dev güneş tarlalarıyla enerjileri sağlanan deniz suyu tuzundan ayrılacak ve sahranın göbeğine ışınlanacaktı. Bunun için kardeşim gibi jeolojistlere ihtiyaçları vardı. Görevi sert tabakaları bularak suyun aşağıya doğru akmayacağı bölgeleri tespit etmekti. Platolar belirlendiğinde dev endüstriyel boyutta ışınlama merkezleri kuruldu.156 ayrı noktada 25 m çapında “delikler” okyanusdan devamlı su çekiyordu.

Garip bir projeydi. İlk önce hesaplamalar yapılıyordu. Sonra adaların oluşturulabilmesi için belli bir oranda su geliyordu. Kaya ve sert tabakalar ortaya çıktığında su kesiliyor ve inşaata başlanıyordu. Bu alanların tam olarak “ada” olabilmeleri için çok uzun süre su akıtılması gerekiyordu. Bu durumda en az 9 ay ama daha sonraları 24 aya varan zaman sürelerinden beklemelere yol açıyordu. İlk başlarda “bahçeler” için gerekli olan canlı humuslu toprak bir yerlerden getirilmeye çalışıldı. Belli ölçüde de başarılı oldu ama sonunda bir balçıkla ve ölü toprağı canlandırma teknikleriyle uğraşmak zorunda kaldılar. Yani ekolojistler için tam bir meydan okumaydı. Tüm fikirlerini buralarda test edebildiler .Küçük küçük göletlerde yosunlar yetiştirdiler. Çamura dayanıklı bakterileri denediler. Kil ve humus karıştırmayı ve bok böceklerinin bu humuslu toprağı genişletmesini sağlamak için her şeyi yaptılar. Çocuklar bu alanda yapılan iyileştirmeleri hiçbir zaman küçümsemeyin. Belki ışınlanma teknolojisi hayatımızı değiştirmiş olabilir ama hayatımızı tek iyileştiren dal değil.

Deniz seviyesi iki yılda hesaplamalara göre sadece bu proje dolayısıyla yirmi santim düştü. Joseph Bedir’in zenginlere el değmemiş kumsallar hazırlamaktan başka planları da vardı. Herkesi ikna ettiği gibi Hasan bin Nejat’ı da ikna ederek Kuzeyden Niger, Çad ve Sudan’ı Akdenize bağlayan bir su yolunu açtı. İlk Sahra yosun tarlaları açıldığında ben  kardeşim Joseph’u holo konferans ile aradığımı hatırlıyorum. İki yıldır Hasan’ın sayısız adasının etrafını stabil hale getirmeye çalışıyordu. Dünyayı yeniden mi yaratıyorsunuz diye şakalaştık hatta .Işınlanmayla haftada bir evine dönebiliyordu ama yine de uzak bir alanda çalışıyordu ve ne zaman ona ihtiyaç olunacağını kestiremiyordu.

 Bölgedeki savaş lordlarının temizlenmesi UN’ın genişletilmiş yetkileriyle ve sahra çölü artık “değerli” bir yer olmaya başlayınca çok da zor olmamıştı. Joseph  5. yılımın sonunda projeyi bırakıp yüklü bir miktar parayla döndüğünde projenin daha sadece %25’i tamamlanmıştı. İklim Afrika için değişiyordu. Çöldeki nemlilik oranı arttıkça yağmurlar artmaya başladı. Deniz seviyesi 0.5m daha düştüğünden birleşmiş milletler en sonunda çölde oluşturulan yosun göletlerine ekolojik dengedeki etki araştırılıncaya kadar durdurulmasını istedi. Ekolojistler için bir rüya gibi olan bu zaman içerisinde  ekolojik araştırmalar altın çağlarını yaşatmıştı .Kontrollü ekosistemler olan bu küçük göletler bir sürü deneye ev sahipliği yapmıştı. Sonunda büyük olan göletleri birleştirerek ekosistemi genişlettiler ve bir tür sazlık oluşmasını sağladılar. Bu aşamada Arap şeyhlerinin yazlık mekanı olmuş olan orta sahrada yeni bir şehir kendini kuruyordu. Kum adası adı verilen şehir güneş enerjisiyle dev bir sanayi ortamı yaratmaya başladı. Yüksek ısıl işlemler artık Sahranın kalbinde zaten yüksek ısı olan bir yerde yapılıyordu. Onun hemen güneyinde yüzlerde irili ufaklı yosun çukuru tarlaları uzanıyordu. Her yağmurla değişen yollar ve su kanalları oluşturmuştu. Bu aşamada yapılan bir araştırmaya göre Afrikalıların %72.4 ‘ü buradaki tarlalardan besleniyordu. Sahra artık hiçbir zaman eskisi gibi olmadı.

Bu sırada turizmdeki sorunlar kronikleşmeye başlamıştı. Turizm ilk başlarda bu gelişmelerden olumlu etkilenmiş diyebilirdik taki bazı boğaz noktalarda millet doluşmaya başlayıncaya kadar. Küçük şehrinize yüz bin turist çekmek belki de sezonluk yapacağınız ciroyu bir haftada yapmanızı sağlayabilirdi. Fakat alt yapınız buna uygun olmazsa güzel Venedik kanallarınızın pet şişelerle dolması, özenerek koruduğunuz antik sütunların birer tweeter duvarına dönüşmesi içten bile değildi. Zaten kim yüz bin kişiyle aynı anda cumartesi Paris akşamlarına akmak isterdi ki? Kapasitenin üstünden her gelen turist bir önceki turistin zevkinin içine ediyordu. Son olayda Fransa’daki aşıklar köprüsü yükden deforme olunca bazı kısıtlamalar getirildi. Kişiler “yerel” turist vizeleri için başvurmak zorunda kaldılar. Hatta eğer gidecekleri yer doluysa vize başvuru makinesi kendilerine alternatifler sunuyordu. Maldiv adalarına hafta sonunda giden o 50 bin kişiden biri olmanıza artık gerek yoktu. Artık balayı gibi bir şeyler yapıyorsanız 5000 kişilik kontejyandan yararlanabiliyordunuz. Doğa ve antik kentler sonunda biraz nefes alırken işin karaborsası da başlamış oldu. Kısa bir süre her noktaya kısıtlanmadan ulaşmanın aslında sınırlı olan kaynaklarımızı ne kadar çabuk bitirdiğine tanık olduk. Biraz kontrol gerekliydi ama halk arka planda da zenginlerin o “5000 artı zenginler” şeklinde kuralları her zamanki gibi esnetmediklerinden de pek emin değildi.

Işınlanma malzemeleri ve fiyatları giderek düşerken mahalle ışınlanma noktaları ortaya çıkmaya başladı. Teknoloji ve finans firmalarının üst düzey yöneticileri kendilerine çoktan “şahsi” ışınlanma odaları ve ağı yapmışlardı. Araç telefonlarından farksızdı. Teknoloji mevcuttu, ama çok pahalıydı. Asıl değişim firmaların orta düzey çalışanları için bu seçeneği şirket binalarından açması oldu. İşe gitmeniz bir buçuk saat sürüyorsa ve en yakın ışınlanma merkezine gitmeniz yarım saat sürüyorsa ve sadece 10 dk da şehir için ışınlanma oluyorsanız aslında bu çok da fena fikir değildi . Trafikten ve kargaşadan etkilenmiyordunuz. Yavaş yavaş orta direk mahallelerde ışınlanma noktaları oluşturulmaya başlandı. Artık işe gitmek yaklaşık 10-15 dk sürüyordu. Tabi bekleme kuyruklarını saymazsak. Bazı noktalarda araba değil insan trafiği oluşmaya başladı.

Bu sıralarda kesin tarihlerini hatırlamasam da baya bir değişiklik oldu. Birden şehirde billboardların o kadar da çok olmadığını fark etmeye başladım. Sokaklar sanki daha tenhaydı. Uzun zamandır da araba satışları o kadar da iyi gitmiyordu sanırım. Şehirde yaşayanlar egzoz gazını ne zaman soluduklarını unutmaya başlamışlardı. Birkaç gün sonra işyerimde yeni başlayan birine nerede oturduğunu sordum. Bulunduğum şehirden arabayla tam 4.5 saat uzaklıkta bir köyde oturuyordu. Nasıl gidip geldiğini sorduğumda güldü. Her sabah o güzel köy havasını bırakıp o ışınlanma aletine giriyor ve 45 dk da buraya ışınlanıyordu. Aslında hesap basitti köy hayatı herkesin şehirden bir noktada kaçıp gitmek istediği o ulaşmak istediği kutsal kaseydi. Evet ışınlanma biraz pahalıya geliyor ve sabahları normal çalışanlardan belki yarım saat daha  erken uyanıyor ve ulaşıma üç katı daha fazla para harcıyordu ama en azından onların kiraya harcadıkları paranın üçte birine köy hayatının içinde huzurlu bir evde kalıyordu. Kahvemi içerken bunun aslında ne kadar iyi bir alışveriş olduğunu düşündüm. Aslında tüm “yerleşim” fikirlerimiz kaynaklara ve iş olanaklarına uzaklıkla ilgili arkaik alışkanlıklardan oluşuyordu.

Ondan sonra bir yıl içerisinde bu tip yaşayanların sayısı çoğaldı. Bir çiftlik evinden ülkenin bir köşesinde yaşayıp pekala üst düzey bir ceo olarak yaşamınızı devam ettirebiliyordunuz. Sanal çalışma opsiyonları da bunun yanında bir alternatif olarak o kadar da kötü durmuyordu. Bazı CEO’lar hele, bahama adalarında kalıp haftada iki gün gerçekten işlerinde kendilerini göstermeye başlamışlardı. Sanal yazışmalar ve az biraz ışınlanmayla yapılmayacak iş yoktu.

Bu durumda şehirdeki ev fiyatları hızla çakılmaya başladı. Eskiden “metroya yakın” “şehrin merkezinde araba garajlı ev” insanlara cazip gelirken sanki bütün millet aynı anda uyanıp “yahu ben niye bütün hayatımı 250 metre karelik bir alanı satın almak için harcamak zorundayım” diyebilmişlerdi. Şehirdeki ev fiyatları giderek sadece metrekareye endekslemeye başlamıştı. Bu aşamada ilginç bir servis emlakçılar arasında ortaya çıkmaya başladı. Nasıl olsa üç aşağı beş yukarı herkes aynı büyüklükte bir yer alacağına ev lokasyonu önemli olmayacağına göre iki şey ortaya çıkıyordu. Güzel ve kullanışlı bir mimari ve komşular. İnsanlar komşularının iyi olması için baya bir para ödemeye başlamışlardı. Özellikle helikopter ebeveynler çocuklarının büyürken kiminle arkadaşlık kuracağına dikkat ediyor, biraz iyi kazanan mühendisler ve bankerler sanatçıların o güzel sıcak dünyasına aradan sokulmak istiyordu. Ev alma komşu al yeni yükselen trend olmuştu

Şimdi bir öğlen arası verelim ,yemekten sonra çok bir kısım kalmadı.

—————————————————————————

Evet herkes yerleşti mi bakalım. Arka sıradakiler haydi oturun.

İstediğiniz hayatı kurmak aslında biraz da insanlarla ilgili bir şeydir. Arkadaş ve hobi grupları etrafta daha aktif hareket etmeye başlamıştı. Çok daha radikal konuşma ve okuma grupları oluştu. Nadir bir Afrika medeniyeti dini hakkında mı konuşmak istiyorsunuz; problem değil onları öğlen çayına davet edebilirsiniz. Küçük İskoç kasabanız jujitsu için uygun değil mi? E o zaman bir hafta sonu Japonya’ya gitmeye ne dersiniz? Bunlar size normal gelebilir ama bizim için başka kültürlere atılan ilk adım kitaplar ve daha sonra internet olsa da son adım aslında ışınlanmaydı.

Aslında bu sırada bir çok şeyi de fark ettik; zaman bulamadığımız için görüşemediğimiz o uzaktaki yakın dostumuzla pek de o kadar zaman geçirmeyi özlemediğimizi fark ettik. Aslında anne baba ziyaretlerinin mesafe yüzünden az olmasının o kadar da kötü olmadığını fark ettik. Bir sürü insanın da aslında yaşadıkları yerden memnun olduklarını çoğu insanın o kadar da bazı şeylere ulaşabildiklerinde yer değiştirme, göç etme niyetinde olmadıklarını fark ettik. Dünyada o kadar da yalnız olmadığımızı ve bizim gibi düşünen insanların bazen sadece kıtalarla bizden ayrı olduklarını fark ettik.

Her güzel şey gibi yavaş yavaş bazı sıkıntılar da doğmaya başladı. Tek tük herkes bunu fark ediyordu. İş yerindeki problematik IT uzmanına ihtiyaç yoktu çünkü bir üçüncü dünya ülkesinde onun yarı yaşında birini hemen kiralayabiliyordun. Hem o akşamları problemleri çözmek için iki saat daha fazla çalışıyordu. Bir önceki IT uzmanın devamlı şikayet ettiği fazla mesai artık duyulmayan bir kelimeydi. Problematik insanlara bunların olması normal diye düşündük. Sonra birden uzaktan bir mühendis arkadaşının 8 aydır iş aradığını duyarsın. Yani dünyanın her yerinde çalışabilecek tipte biri ama işi nedense yok, kontratı sonlandırılmış. Global iş piyasasına da bakmış hatta istenirse bir saatin üzerinde iş yolculuğunu yapacağını duyurmuş ki dünya ortalaması o aşamada 20 dakika idi. Bunun hangi hikayeye bağlanacağını biliyorsunuz zaten; Fransa’daki demir çelik krizine. Bizim projelerde de işçi döngüsü durmuyordu ama benim pozisyonum göreceli olarak iyiydi ve çok özel bir projede çalışıyordum. Hükümet tabanlı bir proje olduğunda kimse pek bir değişiklik yapmak istemiyordu.

Öte yandan şu Fransa’daki ünlü demir çelik şirketinde durum başkaydı. Şirket lokavtı kaldırmak için çok zekice bir hareket yapıp tüm çalışanları kovmuş ve yerlerine Çin’den getirdiği çalışanları sokmuştu. Direk büyük bir kriz kopmuş ve genel grev burada ilan edilmişti. Fakat grev 20. gününe geliyor ve çalışmalarda hiçbir aksama olmadığı için gücünü kaybediyordu. Uluslararsı antlaşmalar çalışma izni veriyordu vermesine ama yapılan adil değildi. Daha iyi şartlar için greve giden insanlar şirketin bu yeni teknolojiyi kullanması sonucu baskı altında kalıyordu. Çin’den gelen  insanları Fransa’nın çalışma şartlarını daha ileriye götürmek için direnmeyeceği veya bir şey yapmayacağı aşikardı. Etliye sütlüye karışmadan paralarını alıp  Çin’deki evlerine geri dönüyorlardı. Sonunda bunu söyleyen biri oldu ve ilk defa ışınlanma kulelerine vandallık yapıldı. Polis  her zamanki gibi çok sert müdahale etti ve grup ilk gün dağıldı. Fakat unuttukları küçük bir nokta vardı; bu olay uluslararası medya tarafında günlerdir takip ediliyordu ve polislerin eziyetini canlı yayından izlenmişti. Politikacılardan biri bu durumu anlattığında herkesin kafasında bir ampul yandı. Eğer global anlamda çalışıyorsak global anlamda da haklarımızı savunabilmeliyiz ve sorun global anlamda çözülmeli. Artık çokuluslu şirketlerin sıkıştıklarından bir ülkeden bir ülkeye atlamalarına ya da tam tersini çalışma şartlarını kazanamamış uluslardan bu insanları kölelik yapmaya bir yere getirmelerine izin verilemezdi. Bunu bile televizyonları karşısında aylak aylak oturan ve son yıllarda sadece haklarını istedikleri için “uyumsuz” ilan edilen o işsiz insanların hepsi Fransa’ya akın etti. Polis tekrar müdahale etmeye çalıştı ama hepsine taş yağdırdılar. Sırayla her gün gelip o işyerini felç ettiler; ortalık sürekli bir kaos içerisindeydi. Hükümet gerekli tavizleri verip herkesi işe geri alacağını söylediğinde artık çok geçti;iş politikleşmişti ve o inatçı ama uyumsuz insanlar ülkelerinde partiler kurmaya ve haklarını kanun olarak geçirmeye başladılar. Çok fazla vandallık olayı oldu. Depolar ve emek sömürüsüyle iş yapan yerler boykotlar ve lokavtlar yaşadı. İlk önce birçok fikir bu akımı kanatları altına almaya çalıştı; ırkçılık sosyalizim, liberalizim ve hatta anarşizim. Tüm fikirler yerel olarak bir noktaya kadar evrildi ve sonuçta en akla yatkın olan kuralda karar kılındı; herkes koruduğu sistem kuralları içerisinde çalışmak zorundadır fikri ortaya çıktı. Eğer bulunduğunuz iyi imkanları ve hakları korumak istemiyorsanız buna da layık değilsinizdir. Aldığınız ücretler ve haklar verdiklerinizle eşit olmalı ve başkalarının yaşam sistemlerini tehlikeye sokmamalıdır. Son olarak hak ve hukuk küresel anlamda savunulmalı ve global şirketlerin bazı delikler bulup kurallardan kaçması engellenmeliydi. Yani işçi hareketinin veya insanlığın global şirketlerin ipini çekmeleri yaklaşık 300 yıl sürmüştü. Sosyal ve toplumsal sorumluluk artık bir gemiye kaçabileceğiniz bir şey olmaktan çıkmıştı. Işınlanma ile birlikte giderek daha da bir aynı geminin tayfaları olmaya başlamıştık. Herkese minimum barınma, eğitim ve adalet gerekliydi. Bugün toplumumuzun dayandığı yerel sorunlara olan farkındalık ve dünya ve çevre sorunlarını çözmeye olan inancımız bu olaylarla perçinlendi.

Bu son olaylar sosyoloji ve politik açıdan bir sürü ilerlemeyi getirdi. Bu sırada artık bir araba fiyatına eşdeğer şekilde kişisel ev içi ışınlanma poduna sahip olabiliyordunuz. Evinizden sokağa hiç çıkmadan aylarınızı geçirebilirdiniz. Sosyologlar şu soruyu sordular; ”Böyle bir durumda nasıl bir millet kavramından söz edebiliriz?” Geçirdiğimiz vaktin çoğu Korelilerle Perulularla ve Finlandiyalılarlaysa veya daha da ilginci sadece sosyalist veya liberal düşünce sahibi insanlarsa bizi eski millet kavramımıza bağlayan neydi? Kapımızın dışında yaşayan bu insanlara artık ne kadar bağlılık hissediyorduk. 

İlk kırılmalar zaten kırılma olması beklenen yerlerde yaşandı. Katalunya bağımsızlığını ilan etti. Artık altyapı ve sınır olanaklarının pek bir şey ifade etmediği bir bağlılık çok yersizdi. Katalanca konuşabilecekleri bir yer istiyorlardı. Sonrasında ufak tefek yerler dünyada bağımsızlıklarını ilan ettiler. Devletler ilk önce büyük bir yaygara kopardılar ama yapılan yeraltı kaynakları ve diğer kaynak anlaşmalarıyla onlar için çok da büyük bir şey değişmeyince sustular. Amerika bu durumda her bir şeyi desteklemiş ve ülkelerin küçük parçalar ayrışmasına bir “özgürlük” meselesi olarak bakmıştı. Ne komiktir ki bu olayın nereye devam ettiğini pek göremedi. Amerika’da saçma ikili parti sisteminde sıkılan sosyalist düşünceli insanlar bağımsızlıklarını Detroit’te ilan edince akıllarına ilk gelen şey bunlar çıldırmış olmalıydı. Amerika’nı ortasında bir sosyalist eyalet. Ama baskı ve lokavtlar sonuçsuz ve tesirsiz kaldı. İşin politik ve felsefi alt yapısı ortaydı. Aynı dili konuştukları ve aynı kültürel renkleri olduğu için bir yer bir ülkeden ayrılabiliyorsa dava arkadaşı olan ve aynı düşünceyi paylaşan insanlar da bir ülke kurabilmeliydi. Bunlara daha sonra makro ülkeler adı verilecekti. Dini gruplarda bu trendi izlemekte gecikmediler. Büyük devletler tarih kitaplarında olduklarından biraz değişik olarak bir şemsiye görevi görecek şekilde bu zaman zarfında yeniden değişime uğradılar. Her ülke İsviçre peynirindeki delikler gibi olmuştu. Altyapı ve doğal kaynaklar büyük devletlere ait olurken otonomluk ve idari sistem bu mikro devletlere geçmişti. Tabi bazı yerel manyaklar ve liderler kendi idealleri doğrultusunda her şeyi yapabilecekleri küçük derebeyliklere doğru ilerlediğinde bazı kuralların gelmesi gerektiği aşikar oldu. Tekrar baya bir üzücü olay ve hatta mikro devlet savaşından sonra birden mikro devletler üst şemsiye devletin bazı ortalama kurallarına uymak zorunda kaldılar. Bazı konularda özgürlükler temel kanunlara uymak zorundaydı ve bu devletler isteyen bireylerine özgür eşit ve tarafsız eğitim vermek zorundaydılar. Yani din ile bir bireyi kısıtlayamaz veya bir ideoloji doğrultusunda sadece tek tip bir vatandaş üretecek bir sistem ortaya koyamazdınız. İnsan hakları , özgür düşünce, bilgiye erişim ve seçim hakkı mikro devletinizde her ne yaparsanız yapın korunmak zorunda olduğunuz şeylerdi. Bu teoriler ve oluşumlar yıllar sürecek ve hala sürmeye devam eden “ışınlanma sonrası mikro devletler” sorunun başlangıcıydı aslında.

“Hocam hiç eski halin özlüyor musunuz? Bu kaos ve karmaşadan önceki halini yani?” Mike adında bir amerikalı öğrenci soruyu sormuştu.

Özlediğim söylenemez. Biz kaosa hep bir kötü atıf veriyoruz ama kötü bir düzende yeterince kötüdür. Işınlanmanın yarattığı toplumsal kaos aslında yeni şeyler için o zaman düşünmemiz için bir fırsattı. Bu fikirler birden oluşmadılar. Sadece kendilerini gösterecek bir açıklık bekliyorlardı. Sorunu az da olsa cevaplayabildim mi Mike?

“Anladım hocam, teşekkür ederim.”

 Tabi ışınlanma teknolojisi de millet sosyolojik boyutunu hazmetmeye çalışırken yerinde saymadı. Kazakistan’da yapılan klinik araştırmalar sonuç verdi ve mikro olarak ilk defa birinin kafatasından urlar hastanı vücudunu hiç açmadan dışarıya alındı. Bunun için hastanın iki gün boyunca beyin haritası çıkarılmış ve gerekli noktaları mikro boyut fener noktaları yerleştirilmişti. Başarı tıbbi dünyada büyük bir yankı uyandırdı. Artık çok ameliyat hastanın için açmadan nanobotların doktorlara göz olmasıyla ileriki yıllarda yapılacaktı. 

Yunanistan’dan gelen gelişime haberleri beni bile o yıllarda şaşırtmıştı. Mikro ışınlanma olayındaki kesinliği %35 oranında artırarak bir “değiş tokuş” sistemine imza atmışlardı. Kalp damarlarını değiştirirken eski damarları dışarı alırken yapay damarları aynı anda içeri yolluyorlar ve bunu sıfır kanama ile gerçekleştiriyorlardı. Mevcut sistemi teorik olarak kanıtlanmış olarak 30 cm den fazla uzaktan çalışmaması aslında bazılarına su serpti. Ama yine de o yıllarda doğum günü pastanızın bir adet tezek parçasıyla değiş tokuş edilebileceği espirisine engel olmadı.

Devletlerin savaş teknolojilerinin pek de para etmeyeceğini ve büyük toplumsal dirençlerin oluştuğunu görmeleri pek uzun süre almamıştı. Bunun yerine ışınlanma ile müdahale eden ve Afrika ve Ortadoğudaki bazı radikal grupları durdurmaya yönelik bir dünya gücünün oluşturulması daha anlamlı gelmişti. Işınlanma çağının öncesindeki politikacıların çoğu değişen sosyo kültürel çevreye uyum sağlayamamış ve seçmenlerinin isteklerini yansıtamamıştı. Yeni politikacılar çok daha değişik bir seviyede düşünüyorlardı. Işınlanma onların politik vaatlerinin merkezine oturmuştu. Bir zamanların yol vaatleri bu ara herkese yetecek ışınlanma istasyonu olmuştu. Bunun yanında ulaşım ve bağlı sektörlerdeki insanların yeniden yapılandırılarak iş hayatına geri kazanması fikri de ön plana çıkıyordu. Bütün bunlar birleşince savunma sanayi de çok büyük bütçe kısıtlamalarına gidildi. Bu yeni kaynak ışınlanma ve bunun toplumsal değişiklikteki etkisini düzenlemek için ayrıldı. Tabi sosyologlar ve diğer düşünürler bu durumdan büyük ölçüde yararlandı. Kanunlar ve toplumsal yapılanmalar, okulların hastanelerin ve mahkemelerin işleyişleri tamamen yeniden düzenlendi. Hatta bazı düzeltmeler ışınlanmayla ilgili bile değildi ama azınlık gruplar bu değişim dalgasını lehlerine kullanıp çok zamandır istedikleri değişiklikleri bu zaman zarfında araya sıkıştırdılar. Çok zaman önce düzeltilebilecek yanlışlar toplumun tekrar bir fikir akışkanlığını kazanması fırsat bilinerek düzeltilmiş oldu.

Özel şirketlerin ışınlanma işine girmesiyle fiyatlar gerçekten düşmeye başladı. İnsanlar o zaman iyice düşen fiyatlarla bir arabanın yarı fiyatına duşakabin gibi bir ışınlanma cihazı alabiliyorlardı. Zaten genel ışınlanma cihazlarını kullanmak genel olarak bir otobüs fiyatına denk geliyordu. Bu zamanlarda işte  kardeşim Joseph’un çocukları oldu. Hatırlıyorum da belli bir aydan sonra ışınlanma cihazını kullanmak tehlikeli olabilir diye bir duyum almıştı o yüzden hala eski arabaları ve ambulans numarası hazırda bekliyordu. Neyse ki ambulans gerektiğinde boş yollardan doğum için kendisini ulaştırdı. Tabi ki doğum sonrasında bir hafta ışınlanmayla git gel yaptık. Yani belki ışınlanmadan 14 yıl sonra günlük programım şu şekildeydi .Sabah kalkıp Fil dişi sahilinde koşu sonra geri ışınlanarak ispanya yakınlarındaki genel merkezde çalışma .Öğlen yemeğinde Katalunya’nın bilinmeyen bir köşesindeki enfes esnaf lokantasında bir yemek. Akşam Cezayir’ini güzel kıyılarındaki evime geri dönüş. Sonra duş kabinin ışınlanma aletiyle karıştırmadan bir duş alıp Joseph’un Yunanistan’ın güney adalarındaki evinde akşam yemeği yiyip yeğenlerimi sevmek. Sonra belki  telefonuma gelen bir mesaj ile İstanbul’daki bir partiye davet edilirdim. Akşamın ertesi sabahında bir kimononun için Japonya’da bir kızla kahvaltı etmem içten bile değildi.

“Hocam o zamanlar yakışıklıydınız yani?” sınıf kıkır kıkır güldü.

Hala yakışıklıyım çocuklar. Hep iyi yanlarından bahsettik biraz da kötüleşen şeylerden bahsedeyim bari.

Işınlanma her teknoloji gibi bazı kötü şeyleri de kolaylaştırdı. Ne yazık ki bazı insanlar çocuklarını evde yalnız ve teknolojik olarak korunmasız bırakmam çok da iyi bir fikir olmadığını evlerinde bir pedofil ile karşılaştıklarında fark ettiler. Diğer anne babalar ise kız ve oğlanlarının birkaç yaramaz öpücük için birbirlerinin evine gittiklerini fark ettiler. Tabi yetişkinler için bazı yüz kızartıcı hareketler daha kolay hale gelmeye başladı. Orgyler, mazoşist ilişkiler daha bir ulaşılabilir olmuştu. Aslında bütün yaşadıklarımız bizim ailelerimizin internet geldiğinde yaşadıkları değişimle parallelik gösteriyordu sadece bizim problemlerimiz daha bir fiziksel olmuştu. Bu dönemde atılan yalanları bini bir paraydı; barda yanınıza oturan biri pekala “Az önce şu hologramdaki model var ya onunla odasında seviştik; ev numarasını yolladı ve gel dedi ama hiç kimseye söyleme dedi” diyebilirdi. Dolayısıyla avcı hikayeleri para etmeyince bu insanlar fantazilerini ve seks hikayelerini bu teknoloji üzerinden yayma başladılar. Yeterince şanslı iseniz bir fotomodelin telefonunu yanlışlıkla çevirebilir ve hatta bu fotomodel sizin ne kadar yakışıklı olduğunuz gördüğünde o güzel yeşil tuşa basıp sizi cennet gibi evinde birkaç saatliğine ağırlayabilirdi. En azından insanların fantazileri böyle çalışıyordu.

Devletlerin ve ebeveynlerin bu teknoloji içinde koruyucu kalkanlar geliştirmeleri devam etti. Diğer yandan baskı altındaki rejimlerde yaşayan insanlar garip bir ruh halindeydiler. Suudi Arabistandan atlayıp Paris’te şarabınızı içip, akşam evde olabiliyordunuz. Sonuç olarak suç bu yerlerde işlenmediğinde kanuni olarak bir bağlayıcılığı yoktu. Garip bir şekilde yerel yönetimlerin koyduğu kurallar daha çok delinmeye başlandı. Bazı insanlar hangi ülkede olduklarını unutunca bazı sorunlar çıktı elbet. Akşamleyin yanlış kodu tuşlayıp İran’da bir kulübede zil zurna sarhoş olarak uyanma ihtimaliniz vardı. Bu noktadan sonra giriş ve çıkışlarda bu tip ülkeler giriş ve çıkışlarda kan ve tükürük testleri istemeye başladılar. Işınlanma yetişkinliklerinde denk gelmiş ilk jenerasyon için bu küçük kaçamaklar ve ayrıcalıklar yeterli oluyordu. Arada bir içki içmek veya kılık kıyafet yönetmeliğin delmek yada kadınların gerçekten değer gördükleri bir ülkede bir iki saatliğine de olsa o ülkenin vatandaşı gibi davranmak kafalarından bir çok baskıyı alıyordu. Çocukları öte yandan bu baskıların boğucu zulmü arasında aralanan kapıyı kendileri için sonuna kadar aralamıştı. Başkalarının ülkelerinde pekala işleyen sistemler kendi ülkelerinde niye işlemesin anlayamıyorlardı. Birkaç yıl içerisinde baskıcı toplumlara şekil veren genç düşünürler ortaya çıkmaya başladı .Kitaplarını okumak için belki Kanada’ya veya Paris’e ışınlanmanız gerekiyordu veya sözleri gizli kapılar arkasında ağızdan ağıza aktarılıyordu. Sonunda beklenen oldu ve baskıcı rejimler bir bir ilk önce kurallarından esnemeye sonra da yıkılmaya başladılar. Her esneyen kural her yıkılan rejimin yankısını kilometrelerce ötedeki başka bir baskıyı sonlandırıyordu. Dünya gerçekten de kitlesel bir değişimden geçiyor ve ortaçağın kalıntıları sistemler bir bir dünya yüzünden siliniyordu.

Devlet savaşamadıklarında bu kaynaklarla yapabildiklerini görmek gerçekten çok ilginç. Savunma kaynaklarının büyük bir bölümünün o yıl ışınlanma ve ışınlanma ile uzay çalışmalarına aktarıldığını gördüğümüzde bu duruma bunu bir ömür boyu savunan pasifistler bile şaşırdı. İlk aşamada uluslararası uzay istasyonu küçük bir “ışınlama feneri” yapıldı. Televizyondan ilk hava filtresini dünyanın etrafında 9 km/s ile dönen bu cisime ışınlandığında insanlara pek ilginç gelmemişti. Fakat uzay ekonomisinden büyük bir çığır açtı. Çok ucuza rutin malzeme gönderilerinden uzay istasyonunu bu durum kurtarmıştı. Kilosu 2000 pound olan bu tehlikeli uçuşların sayısı azaltılmıştı. NASA,JAXA ve ESA’nın önümüzdeki yirmi yıllık bütçeleri bu değişen durum için tekrar hesaplanıyordu. Bu sırada harıl harıl “insanlı” uzaya gönderme fikri ortaya çıktı tabi ki. Bu olayı takiben yaklaşık 6 ay içerisinden Rus-Çin-Amerikan ortak yapımı ISS ışınlanma modülü uzay istasyonuyla kilitleniyordu. İlk ışınlanmayla uzaya çıkan kişi ünvanını kazanan Çinli astronot Yuan Zendogh “Artık uzaya gerçekten çıkmanın zamanı geldi” demişti. Nitekim mühendislerin sağladığı bu kesinliği ve çözünürlüğü yüksek kendinden boyut fenerli model  bir insandan çok daha büyük nesneleri yörüngeye çıkaracak güçteydi.

Yerde işler havadaki kadar iyi gitmiyordu. Tüketim çılgınlığı bazı kentlerde almış başını yürümüştü. Çöp dağları bilinmeyen bir yerde de olsa birikmeye başlamıştı. Yeniden dönüşüm için bir şeyin bir yerde toplanıp işlemden geçmesi gerekiyordu. Bir yerde biriktirmek şu anda daha “ucuza” geliyordu. Kullanılmış nükleer enerji çubuklarından tutun da muz kabuklarına kadar her şey bir yerlerde toplanıp depo ediliyordu. Taki bu uzak diyarlar bazı insanlar için pek de uzak olmayıncaya kadar. Çözüm New York ve Seul belediyelerinin ortak çalışmalarından geldi. Büyük bir kampanya ile çöplerimizi ve problemlerimizi yatay yönde başka insanlara göndereceğimize dikey yönde göndermeyi teklif ettiler. Uzaya inşa edilen dev bir ışınlanma cihazı ile çöplerimizi nasıl yollayabileceğimizi ve tüketime devam edebileceğimizi ballandıra ballandıra anlattılar. Bu proje bildiğiniz gibi “Big BackYard” projesi olacaktı ve uzaydaki ilk endüstriyel ışınlanma ünitesi olacaktı. Proje iki yıl içerisinden hazırdı ve tonlarca çöpümüzü uzaya doğru akmaya başladı. İlk aşamada ay yüzeyinde “steril” bir ortamdan tutulması planlanıyordu. Bu sırada tabi ki bu “çöpümüzü uzaya atalım” fikrine karşı çıkanlar oldu. Fakat fikir o kadar “kolay” ve “yapılabilir”di ki herkes son ana kadar bunu çok önemsemedi.

Yine de çöplerin atılacağı ana kumanda yerinde ilk test ışınlamaları yapılırken birden ortaya çıkan on binlerce hippi bu durumda o kadar da akıllıca olmadığını dünyada yaymaya başladı. Lokavtların çok uzun sürebileceğini bilen belediye başkanları artık patlamak üzere olan bu sorunun bu grup tarafından süresizce durdurulmasını istemiyordu. Baskıyla ve polisle böyle bir grupla başedilemeceyeğini geçen lokavtlardan öğrenmiş olan hükümet grubun ancak iradesi kırıldığında dağılabileceğini öngörmüştü. Ancak normal insanlar arasındaki destekleri kesilmiş ve radikal mantıksız bir grup olarak yadırganırlarsa direnişin yavaş yavaş çözüleceği stratejik ortaklar arasında görüşülmüştü. Bunun üzerine “kendilerine yeşiller diyen” bu grup toplantıya ve görüşmeye sonrada fikirlerini dünyadaki en çok izlenen televizyon programlarından birinde savunmaya davet ettiler. Aniden çıkan bu grubun başlarından biri de İsviçre yeşiller partisinden Beatrice Solterman’dı. Beatrice grubun sözcüsü olarak seçildi ve tek bir şartı vardı; Çöp programını savunan belediye başkanları yardım olmadan ilk olarak bir sunum yapacak ve neden programın önemli olduğundan, ekonomisinden bahsedecekler ve bire bir sorulara ve tartışmaya açık olacaklardı.

Olay her zamanki gibi çok büyüdü. Büyük bir derbi gibi dünyanın her yerinde reklamları dönmeye başladı. Bu kadar basit ve güzel bir fikre niye  karşı çıkılıyordu? Yeşillerin derdi neydi? Artık bu kadar da fazlaydı ,her yeniliğin önünde bir deli istiyor diye durulamazdı. Tartışma profesyonelce hazırlanmış sunumlar, bir aptalın bile anlayabileceği kadar güzel anlatılmış ekonomik hesaplamalar ve sonunda görsel şölen diyebileceğimiz olayın gerçekleşme durumunu anlattı. Sanki bu teknolojiye karşı olmak ışınlamaya karşı olmakla aynı anlama geliyormuş ve bağnazlıkmış gibi bir hava verilmişti. Sonra Beatrice konuşmaya başladı; Sunumdaki her şeye katıldığını ama çöplerimiz gibi bunun sadece buzdağının görünen kısmı olduğunu iddia etti. Ardından bir sanat eseri sayılabilecek sunum başladı; Dünyaca ünlü sanatçılarla ufak bir animasyonla neden çöplerimizin bizim problemimiz olduğunu, neden değerli olduklarını anlattı. Bu işlenmemiş atıklar çok değerli mineral, maden ve organik maddeyi içeriyordu. Ayrıca uzayda bulunma olasılıklarının ne kadar az olduğunu ve aslından dünyanın ne kadar özel olduğunu hatırlattı. Bu sistem ve devinimden çıkarılan kaynakların bizim olmasa da ilerde çocuklarımızı nasıl dertlere sokabileceğini, kaynak tüketimimizle oranla bu çöplerin sisteme geri kazanılmaması halinde devinimin yavaşlayıp duracağını anlattı. Sonunda şuraya geldi “Artık dünyadaki insanlar büyümeli ve yaptıklarının sorumluluklarını almalı. Yeni güzel bir teknoloji var diye sorumluklarınınız yatak altına süpüremezsiniz. Çocuklarımıza devamlı sorumlu olmayı öğretirken onlara kendi sorumsuzluklarımızın bedelini ödemek en büyük iki yüzlülük olur. Artık bu tüketim çılgınlığına bir son verip evimizi toparlamaya çöplerimizi ayrıştırmaya başlamalıyız

Projeyi daha “hafif” bir versiyonuyla deneme taraftarları olduysa da kazanan ezici bir çoğunlukla fikri olarak Beatrice olmuştu. Dünyanın ileri gelen sanatçı ve bilim adamları sürdürülebilir bir toplum yaratmak için ilham aldılar ve ışınlanma çılgınlığı en azından yerde biraz azalmaya başladı. Işınlama teknolojisiyle her derdimizi çözemeyeceğimiz, temiz ve yenilenebilir bir topluma her zaman ihtiyacımız olacağını anladık. Bir yeri kirletip sonra başka bir yere giderek sorunlarımızı çözemeyeceğimiz insanların kafasında yer etmeye başladı. Dünya çapından okyanus temizleme, hava kirliliği sabitleme çalışmaları oldu. Ayrıca sosyal açıdan da daha fazla insan insani yaşama şartları için, ideal toplum için düşünmeye ve çalışmaya başladı. Işınlanma güzel bir teknolojiydi fakat mağara adamının eline verilmiş bir elektrikli testereye benziyordu. Odun kesmekte ne kadar iyi olursa olsun klan içerisindeki hiyerarşi ve kavga sorunlarını çözmüyordu.

Bütün bu “çöp” olayları arka planda  dönerken hidrolik mühendisleri birer atılım yapmış ve ışınlanmalı bir su debi aleti sayesinden darbeli şekilde kütlenin hareketini hızlandırmayı başarmışlardı. Bilindiği üzere sürekli bir debi akışını “ışınlamak” teorik olarak mümkün değildi. Kapı kapanmadan açılamıyor ve termodinamikteki motor çevrimi gibi tamamlanmadan “iş” tamamlanmamış oluyordu. Bunun yerine “impuls” kütleleri akışın içerisine ışınlanmayla gönderiliyor ve akışı hızlandırıyordu. Fakat teoride bundan elde edilecek enerji ile ışınlanan kütlenin enerji maliyeti karşılaştırıldığında sürtünmeden dolayı ani yavaşlamalar ve kaotik hareketlerde hesaplandığında %30’luk bir faydaya denk geliyordu. Işınlanma teorisindeki gelişmeler ve enerji verimliliği ve o anda mevcut olup piyasaya yansımayan teknolojiler de düşünüldüğünde %57 gibi bir verimlilik artışı söz konusuydu. Enerji üretimi artık Sahrada yayılan güneş panel tarlaları ile yarışacak hale gelmişti. Fakat iki teknolojinin de dar boğazı iletim teknolojisiydi. Nano-petek teknolojisi geliştirilerek yük taşıma kapasitesi artırıldı. Ne olursa olsun ışınlama teknolojisi ulaşım teknolojisini yerini alınca içten yanmalı motorlar ve yakıtını yanında taşıma zorunluluğu azalmıştı. Uçak ve gemi teknolojilerinin de yavaş yavaş kaybolmasıyla petrol ve türevlerinin “taşınabilirlik” avantajı ortadan yavaş yavaş kaybolmuştu. Son olarak evlerde kişisel kullanım bataryaları çoğalmış ve yüksek deşarj kapasiteleri kişisel ışınlanma aygıtlarına olanak sağlamıştı. Yine de dünya şu noktada ürettiğinden çok daha fazlasını tüketiyor fosil yakıtla çalışan santraller ve nükleer santraller arayı kapatmak için kullanılıyordu.

Çöp sorunu garip  bir şekilde yenilenmiş bir sorumluluk sahibi bir dünya toplumuna evrilirken istenmeyen bir yan durum insanın canını sıkıyordu; “Big BackYard” projesi hazır ve bekliyordu, milyonlar dolarlar harcanmış ve mühendisler saatlerce bu mega projeyi mükemmelleştirmek için çalışmıştı. Şimdilerde ise orda uzayda yatan, çöp gönderemiyorsa kendi dev bir halka olan baya büyük bir “çöp”tü. Neyse ki dünyanın yeni vizyonu doğrultusundan yeniden yapılandırılması uzun sürmedi. Bu kadar büyük bir ışınlanma cihazı tabiki Ay’a yerleştirilecek üretim modüllerini göndermek ve uzaya ana çıkış noktası için kullanılmak için idealdi. Ay’ın yüzeyindeki ilk panelleri teleskobumla seçmeye başladığım günü daha dün gibi hatırlıyorum. Şef mühendisler endüstriyel kovan biçimli süper kapasitörlerin dünyaya akışı ve dağıtımıyla ilgileniyordu. Lojistik artık garip bir hal almaya başlamıştı. Dünya yüzeyinde toplanan süper mega kapasitörler “Big Backyard” istasyonunda, oradan düzenlemeler yapıldıktan sonra ay yüzeyindeki “Rinjin” istasyonuna gönderiliyordu. Burada ay yüzeyine yerleştirilmiş olan dev güneş panelleri yardımıyla toplanmış elektrik bu dev süper kapasitörleri şarj ediyor ve dolanlar dünyaya geri yollanıyordu. İşlemin normalleşmesi 3 yılı aldı bu sırada tüm dünyadaki fosil yakıtların %85’ini devre dışı bırakmayı başardık. Tabi bu sadece üretim kapasitemizi artırmak olmadı. Yeni toplum psikolojimiz büyük oranda yeniden kullanım, geri dönüşüm enerji ve madde tasarrufu üzerine kurulmuştu. Geri dönüşüm fabrikaları da enerji ihtiyacını artırsa da gerçekte bir maddeyi yeniden kullanmak sıfırdan üretmekten çok daha az enerji yoğun bir işlem gerektiriyordu.

“Big BackYard” ilk uzay ışınlanma istasyonuydu. Zamanla etrafına bazı yaşama alanları inşa edildi ve uzayda yaşam bir nevi başlamış oldu. Burası bazı özel firmaların çok hevesli şekilde “meteor” avcılığı yapacakları bir liman teşkil edecekti. İlk yakalanan meteor dünyaya 500 bin km yakında geçen Z467 idi. %5 oranda metal ihtiva eden bu meteora gönderilen sonra bir hareketli “Boyut Feneri” görevi görmüş ve parça parça yörüngeye maddelerin ışınlanmasını sağlamıştı. Ne yazık ki ışınlanan parçaların momentumları sabit kaldığı için ay yüzeyini ilk önce çarpışma alanı olarak kullanmak gerekiyordu. Bu izni alabilmeleri baya uzun sürdü ve sadece ayın karanlık yüzü için izin alabilmişlerdi. Yine de bu meteorit metal ışınlamasıyla dünya metal ihtiyacının yaklaşık %15’ini karşılamışlar ve büyük bir ekonomik başarıya imza atmışlardı.

Pek yakında bu başarıyı kopyalamak isteyen bir sürü ülke ve şirket ortaya çıktı. Robotik uzay sondaları çok büyük bir çalışma alanına dönüşürken meteorları yavaşlatmak için “yakın-uzak” geçiş ve hiperbolik yörüngeler gibi bir sürü alternatif teori geliştirilmeye başlandı. Oort bulutundaki asteroidlerin keşfi ve yakalanması üzerine AR-Ge çalışmaları ikinci adımdı. Herkes ışınlanma teknolojisini çok uzun mesafelere nasıl yayabileceğimiz ve boyut fener teknolojisini nasıl iyileştirebileceği üzerine makaleler yazıyordu. Ben artık yaşını almış bir tarihçi olarak sahneden çekiliyor ve emeklilik tebriklerini topluyordum. Artık izleyici koltuğuna oturmaya meslekte elli yıldan sonra hakkım olduğuna inanıyordum.

İlk sondalar Oort bulutuna ulaştığında bir ulaşım köprüsü oluşturulmuştu fakat teoride burada ilerliyordu. Sondalardan gelen sinyali kullanarak +/- 50 metreye kadar uzaklıktan asteroidleri yakalayabildiklerin okumaya başlamıştık. Tabi ben Karpatlardaki kayak loncamda emekliliğimi tadını çıkarıyorken boyutlar arası sinyal kilitleme sistemlerinde gelişmeler oldu ve yeterince para öderseniz Oort’a ulaşmak için kullanacağınız sonda sayısı düştü. Sadece ana bir boyut feneri ve sinyali yansıtmak için köprü görevi görecek iki adet sondaya ihtiyaç vardı. Yavaş yavaş maden ekonomisi gözünü yıldızlara dönmüştü.

“Hocam burada zıplatma manevrasının öncesinde mi bahsediyorsunuz?”

Tabi burada iki zıplatma manevrasından önceki kısa 2-3 yıllık zamandan bahsediyorum. İzlanda’dan mükemmel bir uzay mühendisi Axelma Bullerbyn gerçekten teoride çığır açan bir yörünge hareketiyle çok yüksek hızlara erişmeyi mümkün kıldı. Mantık genel olarak cismi güneşin yakınına ışınlamak ve güneşin çekim kuvvetiyle ışık hızının 0.2 sine çıktığı yerde 4 adet uydudan yapılmış bir sanal balık ağıyla tekrar yakalayıp istediğiniz yola doğru 5. bir uydu yardımıyla yollamaktı. Evet belki bir cismin momentumunu ışınlanmayla “hemen” değiştiremiyordunuz ama vektörel olarak yönüne karar verdiğinizde yapabileceğiniz şeylerin listesi baya genişliyordu. Bildiğiniz gibi Axelman manevrası haklı olarak bir Nobel ödülü aldı ve bildiğimiz güneş sistemine insanın yayılmasının önünü açtı. Kendileri sondalar taşıyan uzay gemileri bir bir gezegenlere giderek ilk astronotlarımızı mümkün olan her bir gezegene inmelerini sağladı. Sondalarımız kayboldu, kazalar oldu ve o kadar emek verilen projelerin gezegenlerin atmosferlerinde yanışlarını mühendisler kumanda odalarından izlediler. Ama asla ama asla bu hatalar insan kaybına yol açmadı veya insanlarımızı bir kutuya koyup yıllarca bir yere gitmelerini beklemedik. Tüm astronotlarımız tam anlamıyla robotlar tarafından denenmiş ve tehlikesi önceden gözden geçirilen alanlara “ilk adımlarını” attılar.

İlk Mars üstümüz yaklaşık 15 yıl önce siz daha küçükken yerleştirilmeye ve aktif hale gelmeye başlamıştı. Çevre ortamlardan getirtilen hammadde ile ve insanları orda yıllarca hapsetme durumu olmadan biraz bir insanoğlunun “kışlığı” tarzından ilk inşa başlamıştı. Ekolojik dahi Beatrice sayesinde ışınlanma çılgınlığının hammadde akışını frenlemeye başardık. Gerçekten de sonradan yapılan tahminler sadece tüketen bir toplumun Dünya’nın başına neler açabileceğini gösteriyordu . Dünya yüzyıllardan sonra kendi kendine yetebilir hale gelmiş ve aslında bu kültür ve ekolojik aydınlanma sayesinde birçok gezegen ve uydusunda bağımlılığı azalmış sistemler kurdu. Artık hangi maddeyi nerede ve ne kadar ışınlamamız ve hangi sisteme ne kadar katkıda bulunmamız gerektiğini biliyorduk. Yüzyıl önce tüketici toplumun bilim adamlarının önerdiği gibi Mars’ın kafasına dev bir meteor atıp sıcaklığı birkaç yıl yükseltmek yerine kalıcı ve daha normal çözümlere başvurduk.

Şimdi ise her 5 yılda bir atılan sistemlerle bağlantı kurulan Alfa Centauri zinciri tamamlanmak üzere. Bilim adamları en uçtaki 5. sonda ki neredeyse bizden 10.5 ışık yılı uzaklıklığa ulaşıp robotlarla verileri kontrol ediyorlar. Her şey yolunda giderse 3 adet sonda daha yardımıyla 5 ışık yılı aralıklı “atlama” köprüsü yapılacak ve  24 yıl içerisinde insanlık Alfa Centauriye yaklaşık 2 haftada ışınlanabilecek. Tabi ışınlanma teknolojisi yerinde sayar mı orasını bilemem. Siz bu hikayeye artık ben gittikten sonra da devam edeceksiniz sanırım.

Hugo öğrencilere baktı. Hepsi ışınlanmanın bir dahaki çağını görecek, galaktik bir oluşumun doğum sancılarını çekecekti. O ise akşam döneceği Karpatlardaki dağ evini düşünüyordu. Sözlerine devam etti.

Garip bir dönemdi. Işınlanma teknolojisi tüm insanlığı bir rüzgar gibi alıp götürdü. Bugün buna tabi ki ışınlanma çağı diyoruz ama tüm değişiklikleri ışınlanmaya atfetmek haksızlık olur. Bu olaylar olmadan önce genç bir adam olarak kalkıp hiçbir şeyin değişmediğini her gün görüyordum, sistemler kalıcı ve değiştirilemezdi. Oyunun kuralları o ana kadar hep aynıydı. Şimdi geçmişe baktığımda bu yüzyılda yapılmış çoğu şeyin bu teknoloji olmadan da yapılabileceğini görüyorum. Her şeyden önce bence insanlığın bir silkinmeye ihtiyacı vardı. Bu silkinmenin momentumunu veren şeyde ışınlanmaydı. Oz büyücüsü gibi isteklerimizi ve ihtiyaçlarımızı ona yansıttık ama aslında istediğimiz çoğu şeye zaten sahiptik. Biraz duman ve ışık gösterisiyle kendimize inanmamız gerekiyordu o kadar, sonrasında yıldızlara kadar ulaşabildik. Şimdi ders biter gençler, gidin ve dünyanın ve belki de yakında yıldızların tadını çıkarın.

Hugo önündeki notları kapadığında önündeki gençlerin ağızları bu yaşayan tarih kitabına olan hayranlıktan hala bi karış açıktı.

Oy kullanabilmek için giriş yapmalısın. Eğer üyeliğin yoksa buradan kayıt olabilirsin.

Hızlı Yazı Geri Bildirim Tablosu

İkonların üstüne getirerek anlamlarına bakabilir,tıklayarak geri bildirimde bulunabilirsiniz.Ayrıntılı açıklama için "Sembol Kütüphanesine" başvurun.Verilen puanlar geri alınamamaktadır.

  • Hikaye Temposu Düşük
    Hikaye Temposu Düşük
  • Yavaşla Biraz Dostum!
    Yavaşla Biraz Dostum!
  • Anlaşılması/Takip Etmesi Zor
    Anlaşılması/Takip Etmesi Zor
  • Hikaye fikir için fazla kısa
    Hikaye fikir için fazla kısa
  • Hikaye fikir için fazla uzun
    Hikaye fikir için fazla uzun
  • Tam zamanında!
    Tam zamanında!
  • Mantık hataları ve Tutarsızlıklar
    Mantık hataları ve Tutarsızlıklar
  • Detay Eksikliği
    Detay Eksikliği
  • Detay Fazlalığı
    Detay Fazlalığı
  • Güzel Ayrıntılar
    Güzel Ayrıntılar
  • Güzel fikir ama uygulama daha iyi olabilir!
    Güzel fikir ama uygulama daha iyi olabilir!
  • Ortalam fikir ama iyi uygulama!
    Ortalam fikir ama iyi uygulama!
  • Bıçak gibi keskin uygulama
    Bıçak gibi keskin uygulama
  • İyi dilbilgisi ve imla kullanım.
    İyi dilbilgisi ve imla kullanım.
  • Komik!
    Komik!
  • Güçlü Sembolizim
    Güçlü Sembolizim
  • Kör gözüne parmak
    Kör gözüne parmak
  • Gönderme Bağımlısı
    Gönderme Bağımlısı
  • Sağlam Kökler
    Sağlam Kökler
  • Zamansız
    Zamansız
  • Teknoloji Açıklama Kitapçığı
    Teknoloji Açıklama Kitapçığı
  • Derin ve Canlı Karakterler
    Derin ve Canlı Karakterler
  • Tek Boyutlu karakterler
    Tek Boyutlu karakterler
  • Stereotip Karakterler
    Stereotip Karakterler
  • Seçilmiş Kişi Sendromu
    Seçilmiş Kişi Sendromu
  • Karakterin motivasyonu/hareketleri/arka hikayesi uyumsuz
    Karakterin motivasyonu/hareketleri/arka hikayesi uyumsuz
  • Hikaye Sıkıcı ve Sıradan
    Hikaye Sıkıcı ve Sıradan
  • İlham verici
    İlham verici
  • Taze Fikir!
    Taze Fikir!
  • Sürükleyici!
    Sürükleyici!
  • Mükemmel bir Yolculuk
    Mükemmel bir Yolculuk
  • Fazla Düz Anlatım!
    Fazla Düz Anlatım!
  • Yaşanabilir Atmosfer!
    Yaşanabilir Atmosfer!
  • Bu Gezegende Yaşam Yok!
    Bu Gezegende Yaşam Yok!
  • Enteresan Burgular/Ayak oyunları
    Enteresan Burgular/Ayak oyunları
  • Fazla Tahmin Edilebilir
    Fazla Tahmin Edilebilir
  • Seri Üretim
    Seri Üretim
  • Tanrının Eli!  Deus Ex Machina
    Tanrının Eli! Deus Ex Machina
  • Umut Vadediyor
    Umut Vadediyor
  • Başyapıt!
    Başyapıt!
  • Kötü Fikir
    Kötü Fikir
  • Yakıt/Fikir Az
    Yakıt/Fikir Az

Yorum Yaz

Email adresin yayınlanmayacak.Required fields are marked *

Kullanabileceğin <abbr title="HyperText Markup Language">HTML</abbr> kodları: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.