Sev Beni

Sev Beni

Okuma süresi: 8 dakika

21. yüzyılın sonunda 39 yaşında bir erkek genç yaşında sayılır. Şanslıyım. Henüz hayatta yolun yarısında bile değilim. Saçlarım hâlâ simsiyah, fırça gibi sert ve gür. Ancak lacivert gözlerimin feri söndü. Mutsuzluktan oldu bu. Uykusuzluğun da etkisi var tabi.

O sabah kendi kendime dedim ki: ‘’Eğer sabah beşe kadar uyumazsam, sabah beşte uyanmış olurum.’’ Böylece geceyi uykusuz geçirdim çünkü uykusuz gecelerin sonunda bile sabahın ilk saatleri benim için günün en verimli saatleridir. Ancak bu sabah, bu saatte uyanık olmamın sebebi çalışmak değil.

Bugün terapim var. Beni bu saatlerde, zihnim kristal berrak ve kapıları keşif için ardına kadar açıkken terapiye alırlar. Tedavim telkinden ziyade keşif gerektiriyor. Aklımı kaçırmama neden olan olayları net ve doğru bir şekilde hatırlamam gerekiyor. Bu nedenle benim için günün ilk saatleri terapi almak için en uygun zamanlardır.

Fakat tedavinin bu keşfetme kısmında verimli sonuç almak için keşfetmek kendi başına yeterli değil. Bu nedenle aklımın kuytu köşelerinde kaybolan anıları tüm gerçekleriyle okuyan bir makinenin desteğini alıyoruz. Ve beni geçmiş günlerime geri gönderecek bir Sanal Gerçeklik mekanizmamız var.

EEG (ben buna zihin okuma makinesi diyorum) bu yolculukta bana rehberlik ediyor. Zihnimde kaybolan anıları bulup acı izleriyle bana sunuyor. Sanal gerçeklik sistemi beni o günlere yerleştiriyor. İki makine, EEG ve VR sistemi, anılarımdan bir sahneyi gözlerime aktarıyor. Bu şekilde geçmiş travmalarımla yüzleşiyorum ve terapistler onları iyileştirmenin yollarını buluyor.

İyi ki bu anıları hatırlama sürecinde kafam yalnız değil. Zira her yeni güne başladığımda anılarımı güncelliyorum. Bu makinenin yokluğunda, bana ne olduğunu tüm çıplak gerçekliği ile anlatamam. Bu herkes için böyledir. Geçmişi uydurarak hatırlıyoruz.

Sabahın bu saatleri su gibi akar. Bu vakitlerde insan Newton’ın mutlak zaman kavramının gerçekliğinden şüphe eder. Bu sabah da her zamanki gibi zaman su misali aktı. Terapi zamanı hemen geldi ve o sahne belirdi.


Penceresinden çorak araziler ve inşaat döküntüleri dışında pek bir şey görünmeyen o evdeydim. O ağaç fukarası mahalledeki 5 katlı eski apartmandı burası. Pencere kenarındaki yatakta uzanıyordum. Gözlerimi açtığımda parlaklığı ve aydınlığıyla beni canlandırması gereken güneş, bu mahallede beni kavurup, bunaltıyor ve huzursuz ediyordu. Yatağım, dünyam ve zihnim çorak bir çöle dönüyordu, ben günden güne sessizce ölüyordum bu evde.

Yataktan kalkıp aynaya baktım. Simsiyah saçlı ve koyu mavi gözlü sevimli bir çocuk vardı aynada. Güzel yüzünde gergin bir yetişkinin ifadesi vardı. Çocuğun sinirli ve huysuz ruh hali bakışlarından ve duruşundan anlaşılıyordu.

Onunla son zamanlarda sıklıkla buluşuyordum. Ve onun zalim, kinci ve haddini bilmez olduğunu görüyordum. Çocuk acı çekiyordu, bunu anlamıştım. İçindeki acıyı kin ve öfkeyle bastırmaya çalışıyordu. Sanal gerçeklik ve EEG yardımıyla çocuğun dünyasını keşfettikçe onu anlamaya başlamıştım.

En son seanstaki buluşmamızda ‘’Kimsesiz, kayıp, zavallı bir çocuğum ben’’ diye sümükleri akarak ağlamıştı. Zavallı olduğunu düşünmesi aptalcaydı. Ona herkes böyle demişti, o da herkese inanmıştı. Şimdi kendini zavallı bir kurban zannediyordu. Tabii o bunları bana açıkça söylene kadar bile hayatımda çok zorluk çıkardı. Bir dönem durmadan kaçıyordu benden. Fakat onu unutmamı istemediğini biliyordum zira kaçıp saklandığında dahi varlığını hissettirmek ve fark edilmek için tuhaf yöntemlere başvuruyordu. Şimdiye kadar hayatımda bana çok zorluk çıkardı. Bir yetişkin olan beni sıklıkla başkalarının önünde deli durumuna düşürdü.

Bunları düşünürken sevgiye muhtaç, zihni bulanmış ve hayattan tiksinmiş o kocaman lacivert gözlü çocuğa bakıyordum aynada. Bir an için bana hayal kırıklığına uğramıştan ziyada kafası karışık ve yorgun göründü. Ben ise bugün çok kararlıydım. Bu seansta ona ne olduğunu öğrenecektim.


O esnada bedenim Ankara Yaratıcı Teknolojiler Enstitüsü Ruh Sağlığı Tedavi Teknolojileri Anabilim Dalı’ndaydım. Çok yönlü koşu bandı üzerindeydim. Böylece aklım çocukken oturduğum apartman dairesinde dolaşırken bedenim duvarlara çarpmayacaktı. Gözlerimi sıkıca sarmış bir gözlük, ellerimde eldivenler, kafamda bir bone her tarafı delik deşik, kablolar uzanıyor makinelere. Şu işi kablosuz yapma imkanını daha sunmadılar. Bilincim derin bir uykudaydı ancak hareket edebiliyordum. Zihin okuma makinesi elektrotlar yardımıyla beynimden sinyaller alıyordu. Bu sinyalleri çizgilere sonra onları fotoğraflara çeviriyordu. Fotoğrafları alan sanal gerçeklik sistemi sahneler sunuyordu bana. Fotoğraflar sahne ve senaryo olduğunda zihnim bunların ortasına düşüyordu.

Bir an için sanal gerçeklikte olduğumun fazlasıyla farkındaydım. Böyle olunca zihnimde olmam gereken yerde kalamıyordum. Dikkatim dağılıyordu. Bu olabiliyordu. Gerçek yaşamda da olur zaten, bulunduğumuz yerde olmayız kimi zaman. Fakat zihnimi odaklamaya zorlayınca geri döndüm o sahneye.


Yeniden Burçak’la beraberdim. Şimdi elimden geldiğince nazik davranmalıydım ona. Fakat çaresizliği bu çabamı görmeyecek kadar kör etmişti onu. Küçük Burçak, sadece nefret edip, ateş püskürüyordu ve ondan esirgenmiş sevilme ihtiyacını sorun çıkartarak karşılıyordu.

Ne yapacağımı bilmiyordum. Bu yaralı çocukla mücadele etmek son derece zordu. Onu her şeyin yoluna gireceğine ikna etmek neredeyse imkansızdı.

Ona yaşamım boyunca kazandığı ayrıcalıkları hatırlattım. Büyüdü ve fırsatlar elde etti. Zamanla refah seviyesi yüksek bir insan oldu. Teknolojinin nimetlerinden yararlanarak kalıcı bir tedavi yolunu seçebilirdi. Ama bu çocuk tam bir ayyaştı. Benden sürekli alkol kullanmamı istiyordu. O da yetmiyordu. Beni bir şeylere bağımlı yapmıştı. Aynada o agresif gözlerle bana bakarken “Güne bir sigarayla başla” diyordu.

Kendimi iyi hissetmek için alkol tükettiğim, sihirli mantar denediğim, antidepresanlar kullandığım zamanlar oldu. Bunlar da bana göre tedavi için seçeneklerdi. Ancak ucuz ve geçici şifa seçenekleriydi. Küçük Burçak hep onları seçerdi. Ben ise direndim ve yetişkin tarafımla onu bu konuda yendim ve son teknolojiden yararlanarak işte bu terapiyi almaya başladım.

----------------------------------------------------------------------------------

Birden o sahneden yine koptum ve kendimi aniden başka bir kurgunun içinde buldum. Bu süreçler için bir zihin kontrol makinesinin gerekli olduğuna inanıyorum. Başka düşünceler konsantrasyonumu bozabiliyor. ve beni olmam gereken andan aniden koparıveriyor.

———————————————————————————-

İlk seansımda kafamdaki bonenin deliklerine kablolar yerleştirilirken doktor şöyle demişti:

“Beyin bilgiyi elektrik sinyalleri olarak iletir.”

Gülmüştüm ve ‘’Sahiden mi? Ciddi misin sen?’’ sözcükleri dökülüvermişti dilimden.

Ukala davranışım diğer insanlara çok itici geliyor olmalıydı. Ancak bu kibirli, alaycı tavrın ruh sağlığımla da bir ilgisi vardı. Bana bu alaycı sözleri söyleten de büyük ihtimalle küçük Burçak idi. Çocuğun her şeye karışmaya başladığı bir dönemdeydim. Muhtemelen davranışlarımı müdahale ediyordu çünkü son zamanlarda herkesin kötü ya da aptal olduğuna dair bir inanç zihnimi kuşatmıştı ve umut verici inançlarıma baskın geliyordu. Bazen çocuk benim yerime insanlarla konuşuyordu sanırım.

Doktor, “Size elektrik akımı vermeyeceğiz, böylece herhangi bir acı hissetmeyeceksiniz” diye ekledi.

“EEG biliyorum,” dedim. Kibir sesimin tonunda yankılandı. Doktor ise davranışlarımı umursamıyor gibiydi. İşine odaklanmıştı ve hiçbir şey söylemedi.

Ancak tepkilerimden sonra ortaya çıkan sessizliğinden yola çıkarak doktorun kendisiyle konuşma şeklimi beğenmediğini söyleyebilirim. Belki bu da bir paranoyadır. Çünkü çocuğa göre kimse onu sevmiyor ve herkes onu yargılıyor.

Sonra beyin çizgilerimi kayıt ettiler. İşte bana neler olduğunu keşfetme maceramın
başlangıcı böyleydi. Beyin çizgilerime bakarak hangi fotoğrafı, başka bir deyişle neyi, ne zamanı, hangi anları düşündüğümü ve bana neler olduğunu anlayacaklardı. Sonra bu malzemelerle geçmişimden
sahneler çıkaracaklardı. Burada zihin okuma makinesinin işi bitecek ve sanal gerçeklik beni
geçmişime, zihnimin içindeki o sahnelere götürecekti. Beynim seanslarda tarandı, bu ileri teknoloji terapilerle bana neler olduğu ortaya çıkmaya başlamıştı. Başımdan geçenleri ayrıntılarıyla anlatmaya kalksam bu kadar tutarlı olmazdı anlattıklarım.

İnsan beyni ne güzel şey. Kendini bile kandırmaya kabiliyetli. Anılarımıza dair
anlattıklarımızın çoğu bulanık sahnelerin bir karışımı. Hakikatten biraz uzak, hem yazıp
hem de oynadığımız senaryolar. Belki bazen uyduruyoruz geçmişi.

İnsan beyni ne güzel şey. Hem cehennem hem de cennet yaratmaya muktedir bir zindan.
Ve her şey bu zindanda yapılan düzenlemelerle değişebiliyor.

Zihnim böylesine dağıldığına göre sanal gerçeklik ile bağlantımı koparmışlardı anlaşılan. Birden güncel her şey ile alakasız bir koku geldi burnuma. Greyfurt, mandalina ve bergamut kokularının birbirine karıştığı bir koku. Bu koku ile bir hançerin göğsüme saplanmış gibi hissettim. Görünmez hançerlerden bahsediyorum. Ruhu yaralayan. Etrafımda sonsuzluğa uzanan giden lacivert duvarlar vardı. Fakat tepemde bir aydınlık. Bu koku Feride’nin parfüm kokusudur ama Feride’yi görmek istemiyordum. Hatta Feride’yi anımsamak bile istemiyordum şimdi. İşin doğrusu hiç onu unutmadım ama zihnimin hafıza mezarlıklarından onun hortlaması lüzumsuzdu şu anda.

—————————————————————————————————————-

Ve o ”buradayım” dedi.

Onun sesiyle dizlerim uyuştu. Azıcık şarabın vereceği türden bir sarhoşluk çöktü bedenime. Bu sese gülümseyemedim. Hatta suratımı astım. Üzüntü yüzüme yerleşti dudaklarımı aşağı çekti. Fakat her şeye rağmen o uzun, anlamsız, sonsuz koridorda tam arkama döndüm. Sesin geldiği yöne. Ve onu, Feride’yi gördüm.

Karşımda ama biraz benden uzakta duruyordu. Üzerinde lacivert bir döpiyes vardı. Siyah saçları sımsıkı bağlı at kuyruğu. Tek bir saç teli bile serbest değil. Tel tokalar doldurmuş başına. Böylece saçlarının tek bir teline bile özgürlük vermemiş.

Şefkatli bir gülümseme ile bana gel diye işaret etti eliyle ve başını hafif yana yatırıp:
”Benim diğer yarım kim biliyorum” dedi.

Karşı koyamadım ona doğru bir adım attım.

”Ben kimi sevdiğimi anladım” dedi sonra. Ben de bu sözlerle cesaret buldum ve ona ”beni bırakma” diyerek elimi uzattım.

Bunun üzerine Ferida bana sert ve kesin bir ifade ile:

”Seni sevmiyorum” dedi.

Yıkıcıydı bu. Sarsıcıydı. Yine de ”Gitme” dedim ona ve durdurmak istedim onu. Fakat o durmadı. Ardına bile bakmadan sonsuzluğa karıştı.

Yıkıldım.

Ve birden burnuma henüz fırından taze çıkmış sıcak ekmek kokusunun dolması ile sahne değişti. Sağ yanımda çorak arazi mahallesindeki ekmek fırını vardı. Aslında sadece etraftaki sonsuzluğa uzanan lacivert duvarlar kaybolmuş gibiydi. Ekmek fırını bir ara sokaktaydı. Evim ise caddede. Sokak ise evimin olduğu caddeye bağlanırdı. Bir dakika yürüme mesafesi yoktu.

O kalp kırıklığının verdiği hışımla yürüdüm eve doğru. Çünkü biliyordum ki Feride böyle acımasız değildi. Alaycı oyunlarla beni yıkmazdı. Bana kendimden başka hiç kimse bu kadar acımasız olamazdı.

Bu aptal ve tehlikeli oyunlara son vermek için aynadaki yansımama geri dönmek üzere hızla evime yürüdüm.

Az önceki aptal oyunu zihnimde kimin kurduğunu anlamıştım. Sanal gerçeklik bağlantısı kesildiğinde çocuk yine dikkati üzerine çekmek için bu talihsiz oyunla çağırdı beni. Belki de doktor bir meydan okuma ile çocuğa dönmem için bir tetikleme yaptı. Ama anladım. Bu benim zihin oyunumdu. Aynadaki yansımaydı Feride. Yani zihnimdeki susmayan çocuk.

——————————————————————————————————————–

Sanal gerçekliği yeniden bağladı doktor o esnada. Burçak’ın zihnini ona verdikleri kokularla çağrışım yaparak geçmesi gereken yollara gönderdiler evvela. Durmadan dağılıyordu zihni. Sorunun üzerine gitmekte kararlı kalması için bir tetikleme şarttı. Böylece yarım kalmış meselesini kati suretle tamamlasın diye Feride’yi de anımsaması lazım gelmişti. Ve işe yaradı.

——————————————————————————————————————–

Aynadaki çocukla konuşuyordum şimdi.

‘’Nedir derdin?’’ dedim.
‘’Yalnız kalmaktan korkuyorum’’ dedi.
İşte bu sebeple ne bulsa bağlandı ya. Bir dönem yalnızlıkla yüzleşmemek için hapur hupur
yedi, yemeye bağlandı. Sonra bu yüzleşmeyi unutmak için tüm yediklerini kustu.
‘’Hayır. Yediklerimin hepsini kendimden nefret ettiğim için kustum ‘’ dedi çocuk.
Doğru söylüyordu. Bulumia kendinden nefret etmekten kaynaklanırmış, bunu bir yerde
okudum. Küçük çaplı bir ‘’erkeklerde bulumia’’ araştırmam olmuştu.

Çocuğun yalnızlık korkusu da bildiğim bir şeydi. Öyleyse ‘’nedir derdin?’’ aptalca bir
soruydu. Soruyu düzelttim:
‘’Ne istiyorsun?’’ dedim.
‘’Teşekkürler’’ dedi, alaycı, ukala ve sorunlu çocuk. Teşekkür ediyor ‘’sonunda doğru
soruyu sordun’’ anlamında.
‘’Ne istiyorsun, söyle sana istediğini veriyim, incinme artık, barış benimle, affet beni sana
ne yaptıysam, lütfen’’ dedim.
‘’Bir şişe şarap iç’’ dedi çocuk. Şimdi bile acısını bastırmanın kolay yollardan geçtiğini
sanıyordu.
‘’Bunu reddediyorum, bana gerçekten ne istediğini söyleyeceksin.’’

‘’Bir şişe Blush içmeni istiyorum.’’‘’Bir şişe Blush içmeni istiyorum’’ dedi.
‘’Böyle mutlu olmuyorsun. Bir şişe şarabı mideye indiriyorsun ama hiçbir işe
yaramıyor’’ dedim.
Hava birden karardı. Çok hızlı oldu bu çünkü çocuk karanlığı ve geceyi seviyordu.
‘’Şarap içmeni istiyorum’’ diye diretti. Aynada değildi şimdi, tek ayağını yere vurarak
emrediyordu.
Sert çıkışmak istedim, yapamadım.

‘’Reddediyorum’’ dedim sadece.
‘’Öyleyse Martini iç, o zaman konuşuruz. Martini Rosso olsun’’ dedi.

Yaşamım boyunca çocuğu çok dinledim, onun isyanlarında çıkmaz yollara saptım.
Bir şişe Martini acısını dindirir sanıyordu yine. Aslında bunu çok denedik ve sabahları baş ağrıları ve mide sancıları ile beraber geri geldi acılar. Fakat ben onu yine dinledim. Çünkü Martini Rosso’yu çok severim.

Serinliğe bayılırdı çocuk. Geceye rüzgârın uğultusu katıldı, pencereden odaya serin hava
doldu. Fakat yaz akşamları artık onun bildiği türden bir serinlik sunmuyordu bize. Çoğu zaman
sıcak ve hatta neredeyse yakıcıydı yaz. Yaz şöyle dursun, bazen sonbahar bile yakardı akşam vakti.
‘’Hadi’’ dedi sabırsızlanarak.
Hemen mutfağa geçtim. Dolapta yarım şişe Martini Rosso buldum. Bunu dolaba
koymamın üzerinden çok uzun zaman geçmişti. Tadı iyi olmayabilir. Üstelik yarım. Ve
biliyordum ki Martini içme arzumu bile hayal kırıklığına dönüştüren kişi çocuktu. Hep
mutsuzluk, hep hayal kırıklığı bekliyordu. Bu zihin oyunu kolayca bu çocuğun kurallarına uyan bir oyuna dönüştüğü için dolu bir Martini şişesi bile bulamıyordum.

”Zihin kontrol makinesi şart!” diye bağırdım ama saniyeler içinde tekrar sakinleştim. Muhtemelen doktor Sanal Gerçeklik sistemine müdahale etmiştir.

Çocuk odada öfkelendi, hissettim. Çocukla birlikte ben de öfkelendim.

Şişeyi duvara fırlattım.

‘’Allah Kahretsin’’ dedim. Allah varsa kahretsin elbette. Fakat Allah neyi kahretsin? Benden başka
hiçbir şey Martini şişesinin yarısı boş olduğu için kahrolmuyordu işte.
Şişe kırıldı.

Odaya girdiğimde çocuk dizlerinin üzerine çökmüş, öfke saçan gözleriyle ‘’tüm
dünya bana karşı, Martini şişesinin bile yarısı boş’’ diyordu adeta.

Onun yüzündendi. hayal kırıklığı beklentisi bir şişe Martin Rosso bulamamamızın sebebiydi. Acıya olan bağımlılığının düzeltilmesi gerekiyordu. Bana söyledikleri gibi ona şefkat gösterecektim ama hayal kırıklığı beni de çok kızdırdı.

”Senin kurallarına, beklentilerine ve algılarına göre yaşıyorum” dedim dişlerimi sıkarak ve öfkeme hakim olmaya çalışarak.

Çocuk ağlamaya başladı:
HAYIR!
Evet, yarım şişe Martini bulmayı istedin ve ben de onu öyle buldum.
“Hayır” incinme vardı sesinin tınısında şimdi.

Yine de bu sefer ona inanmadım çünkü sorunların özünü kavradım. Feride az önce bana ”Seni sevmiyorum” dedi ve ”Ben senin yansımanım” deyip çekti gitti. Üstelik, çocuğun düşünce kalıplarının, algılarının, kurallarının geçersiz kılındığı bir zihin oyununda duvara fırlattığım martini şişesi parçalanmayacaktı.

“Şişe kırıldı,” dedim. Sonra kafasını kaldırdı ve yaşlı gözlerle bana baktı.

”Kırılgan eşyaları duvarlara atıyorsun. Şişeleri, bardakları ve tabakları kırıyorsun. Duygularımdan bunaldığında öfke nöbetleri geçiriyorsun. Sonra kalpleri de kırıyorsun” dedi.

Haklıydı. Dünyaya olan öfkem bazen etrafımdaki insanlara yönelirdi. Bunu kişisel algılayanlar olurdu ve onlara bir açıklama borçluymuşum gibi hissetmezdim. Umursamadıklarına inandım. Ama artık beni önemsemediğime ve insanlar tarafından sevilmediğime ikna edenin küçük Burçak olduğunu biliyordum.

İç çekerek, bir kez daha sordum, ben de ağlamak üzereydim ve sesim titriyordu:
”Ne istiyorsun?”
Çocuk zayıf bir ses tonuyla cevap verdi:
”Sev beni.”

Oy kullanabilmek için giriş yapmalısın. Eğer üyeliğin yoksa buradan kayıt olabilirsin.

Hızlı Yazı Geri Bildirim Tablosu

İkonların üstüne getirerek anlamlarına bakabilir,tıklayarak geri bildirimde bulunabilirsiniz.Ayrıntılı açıklama için "Sembol Kütüphanesine" başvurun.Verilen puanlar geri alınamamaktadır.

  • Hikaye Temposu Düşük
    Hikaye Temposu Düşük
  • Yavaşla Biraz Dostum!
    Yavaşla Biraz Dostum!
  • Anlaşılması/Takip Etmesi Zor
    Anlaşılması/Takip Etmesi Zor
  • Hikaye fikir için fazla kısa
    Hikaye fikir için fazla kısa
  • Hikaye fikir için fazla uzun
    Hikaye fikir için fazla uzun
  • Tam zamanında!
    Tam zamanında!
  • Mantık hataları ve Tutarsızlıklar
    Mantık hataları ve Tutarsızlıklar
  • Detay Eksikliği
    Detay Eksikliği
  • Detay Fazlalığı
    Detay Fazlalığı
  • Güzel Ayrıntılar
    Güzel Ayrıntılar
  • Güzel fikir ama uygulama daha iyi olabilir!
    Güzel fikir ama uygulama daha iyi olabilir!
  • Ortalam fikir ama iyi uygulama!
    Ortalam fikir ama iyi uygulama!
  • Bıçak gibi keskin uygulama
    Bıçak gibi keskin uygulama
  • İyi dilbilgisi ve imla kullanım.
    İyi dilbilgisi ve imla kullanım.
  • Komik!
    Komik!
  • Güçlü Sembolizim
    Güçlü Sembolizim
  • Kör gözüne parmak
    Kör gözüne parmak
  • Gönderme Bağımlısı
    Gönderme Bağımlısı
  • Sağlam Kökler
    Sağlam Kökler
  • Zamansız
    Zamansız
  • Teknoloji Açıklama Kitapçığı
    Teknoloji Açıklama Kitapçığı
  • Derin ve Canlı Karakterler
    Derin ve Canlı Karakterler
  • Tek Boyutlu karakterler
    Tek Boyutlu karakterler
  • Stereotip Karakterler
    Stereotip Karakterler
  • Seçilmiş Kişi Sendromu
    Seçilmiş Kişi Sendromu
  • Karakterin motivasyonu/hareketleri/arka hikayesi uyumsuz
    Karakterin motivasyonu/hareketleri/arka hikayesi uyumsuz
  • Hikaye Sıkıcı ve Sıradan
    Hikaye Sıkıcı ve Sıradan
  • İlham verici
    İlham verici
  • Taze Fikir!
    Taze Fikir!
  • Sürükleyici!
    Sürükleyici!
  • Mükemmel bir Yolculuk
    Mükemmel bir Yolculuk
  • Fazla Düz Anlatım!
    Fazla Düz Anlatım!
  • Yaşanabilir Atmosfer!
    Yaşanabilir Atmosfer!
  • Bu Gezegende Yaşam Yok!
    Bu Gezegende Yaşam Yok!
  • Enteresan Burgular/Ayak oyunları
    Enteresan Burgular/Ayak oyunları
  • Fazla Tahmin Edilebilir
    Fazla Tahmin Edilebilir
  • Seri Üretim
    Seri Üretim
  • Tanrının Eli!  Deus Ex Machina
    Tanrının Eli! Deus Ex Machina
  • Umut Vadediyor
    Umut Vadediyor
  • Başyapıt!
    Başyapıt!
  • Kötü Fikir
    Kötü Fikir
  • Yakıt/Fikir Az
    Yakıt/Fikir Az

2 Comments

  1. Reply

    Hikaye güzel ilerliyor, normalde de çok fazla bilimsel makinelere bağlı olmayan insan tarafını inceleyen hikayeleri severim.

    Fakat bir noktada bilimin biraz daha detaylandırılmaması bir dezavantaj doğuruyor. Bilim kurgunun güzel tarafı gerçekle /hayal geçiş zarının ince olmasıdır. En basitiyle; kaslara elektrik verdiğimizde hareket ettiklerini bilinen bir çağda Mary Shelly Frankenstein’ı yazdı yani kaslara ve “insan bedenine elektrikle daha fazla şey yaptırabilseydik nolurdu?” sorusunu sordu. Dolayısıyla okuyucunun gerçekten hayale ince bir zar duvardan adım atmasını sağlıyor.

    Burada da teknoloji biraz daha açıklansaydı ve prosedürlere biraz daha yer verilseydi bu inandırıcılığın güçleneceğine inanıyorum. O zaman hikayenin daha içinde olurduk. Bu bilimkurgunun bir avantajı; kullanmak lazım.

    Yoksa zihindeki sekanslar ve ayrıntılar güzel. Belki hikayenin başlığı süpriz bozan açısından değişik olabilirdi.

    Eline sağlık!

    • Reply

      Selamlar, ne mutlu bana ki bir geri bildirim gelmiş. Üstelik, Burak’tan 😉

      Bilimkurgu’nun güzel tarafı hayal ve gerçek arasında ince bir zar demişsin. Hak veriyorum. Fakat burada teknolojiyi detaylandırmayı uygun görmüyorum. Nedenini hemen açıklayalım. Bu öyküde geçen teknolojiler zaten mevcut teknolojiler. Ve öyküde bahsedilen olay gerçekleşmesi çok güçlü bir ihtimal. Yani bunun tedavide kullanılması. Özellikle bilişsel davranışçı terapi için mümkün bence. Şimdi halihazırda zaten mevcut ve sunabileceği imkanları öngörülebilen teknolojiyi şimdi öykünün yerine anlatmak onu bilimkurgu öyküsü olmaktan çıkarır.O zaman bu EEG ve sanal gerçeklik hakkında bir makale olmaya yönelir. Oysa ki ben burada mesela bir gadget hayal etseydim ve öyle bir şey bugünün dünyasında hiç olmasaydı, onu daha detaylı anlatmam gerekirdi. Fakat bu öyküde anlatılanlara zaten isteyen detaylı bilgi alabileceğ şekilde ulaşabilir. Bu öykü sadece meraklandırır. Ve bence bilimkurgu bazen meraklandırmaya hizmet etmelidir. Biraz çocuklar falan ”bu nedir acaba?” diye eğlenerek ilgilensin diye. Şimdi son sözüne gelelim, eğer bu detaylandırılsaydı biz hikayenin daha içinde olurduk diye bir not düşmüşsün. İşte bana da tam tersi geliyor. O noktada konu dağılır ve okuyucu hikayeden uzaklaşırdı. Kimi zaman neler olduğunu anlatmaya bile gerek yok. Zira biz hikaye anlatıyoruz, bilim değil. Ve bence asıl ustalık bilimi, teknolojiyi hikayeye varlığını hissettirmeden gömmek bile olabilir. Orada olmalılar ama hissettirmeden. Bir okur olarak ben meraklanmayı seviyorum. Ufkumu genişletecek bir şekilde yönelmeyi. Metin içerisinde neler olduğunu yazar olduğu gibi vermemeli. Yani her şeyin açıklaması metinde olduktan sonra keyifli bir okuma deneyimi olmuyor. Ve daha da önemlisi bir takım şeyleri çok direkt vermek, bana iyi bir yazı yazıyormuşum hissini de vermiyor. Yazar da biraz ima, dolaylı anlatım veya terimselliği örtme ve buna rağmen anlaşılır bırakma gibi kabiliyet olmalı. Aksi halde konuşulan her şey bir edebiyat eseri olmalı değil mi? Düşünmeye ve araştırmaya yönelten bir öykü kurguya odaklanmalı diye düşünüyorum. Ama hiç olmayan bir şey hayal etmiş olsaydım detay vermeliydim bence de.

      Senin de eline sağlık 🙂

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

You may use these <abbr title="HyperText Markup Language">HTML</abbr> tags and attributes: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.