UĞULTULU LEVHALAR

UĞULTULU LEVHALAR

Okuma süresi: 28 dakika

UĞULTULU LEVHALAR

Hiç unutmuyorum, şakayla karışık soğuk bir nisan sabahıydı, takvim 2019 yılındayız diyordu, ama kime diyordu? Eskiyen vücuduma mı, güçten düşen zihnime mi, benle beraber kocayan umutlarıma mı, takvimin muhatabı olmaktan çoktan vazgeçmiştim, unutamadığım o güne dek öyle sanıyordum, meğer hayatı seviyor, onu eksilten takvim sahifelerinden nefret ediyormuşum.

Anlatacaklarımın içinde pembe vatozlar, Ruslar, ki Rus olup olmadıkları hala muamma, böğüren, metalik uğultular yayan tuhaflıklar ve birkaç da serseri var. Ben ise anlatının en bedbaht, en düşkün karakteriyim. Hadi ben çok önemli değilim, ama takdire şayan şekilde yediğim kazık önemli, en azından şahsımı aşıp dünya genelini ilgilendirmesi bakımından. Sızlanmayı kesip sadede gelsem iyi olacak…

Mesleğim pek öyle yolda rastlayacağınız tiplerinkine benzemiyor. Nükleer fizikçiyim, doktoralı cinsinden, hani uzaktan baksan forslu, yazdığı altın, söylediği gümüş kalender bir meslek erbabı sanılsam da bizim memlekette yaptığım işin gazoz kapağı kadar kıymeti harbiyesi yok, neyin var ki?

Hasbelkader çekmecede duran şu reaktörlü meaktörlü devlet kurumuna kapağı atmıştım, ancak attığım kapak pek öyle tutmamış, mesleğimi icra etmem engellenmişti.

Memleket modası geçmiş fisyon peşinde koşarken, ben çığır açıcı füzyon fikrimi tomurcuklandırmıştım. Plazma tutucu Tokamak[1], lazer atımlı sıkıştırma, manyetik burkultucu Stellaratör[2] falan hikayeydi, manyetik tuzaklama başarılsa da içinden enerjiyi çekmek zor işti, lazerle Döteryum/Trityum bilyelerini sıkıştırıp, ısıtarak termal kararlılığı sürdürmek, hele çıkan enerjiyi yönlendirmek, hepten deveye hendek atlatmak kadar zordu.

Ben tüm bu imkansızlıkları şahlandıran inanılmaz boyuttaki termal basınca gerek kalmadan füzyonu-birleştirmeyi- başaracaktım, yani teorik olarak bunu umuyordum.

Tam homojenize edilmiş ve termal etkinliği minimuma indirgenmiş   Döteryum/Trityum hedefe, nötron ve proton hızlandırıcılardan çıkan ışın demetlerini aynı anda yönlendirerek yüksek akıyla bombardıman edecek, sonuçta elektronlarından soyduğum çekirdekleri birleşmeye zorlayacaktım, hesaplarıma göre reaksiyon başına 18 MeV eneji elde edilecekti. Çıktı yönlendirmelerini yeni nesil 42 teslalık Baryum/Bakır Oksit magnetlerle yapacaktım. Plan parlaktı, neyse ki tesislerimizde Lineer Akseleratör de vardı, proton oradan, nötron hızlandırıcıyı da tedarik ettikmiydi iş bitecekti. Bitemedi, ufak bir kazanın bunda payı vardıysa da ben o zaman buna pek ehemmiyet vermemiştim. Meğer kurum müdürü pek ehemmiyetpervermiş, sıçtı kariyerimin ortasına. Beni işten şutlayamadı, fakat çalışma azmimi en kolpa işlerin paslandığı, pasif ve her yerini örümcek ağı tutmuş bir küçük memuriyetin içine tıktı.

Memuriyetimin içine abuk sabuk olayları inceleme işi monte edilmişti, aslında böyle bir pozisyon mantıklı bir memlekette bulunmazdı, hadi bulunsa da istihbarat kurumunun derin dehlizlerinde yahut üniversitelerde kurulu, işe yaramaz, göze batmaz bir enstitünün içinde olurdu, yok hayır, tam İstanbul’un göbeğinde ve benim avuçlarımda olması mukaddermiş.

Kader çizgimi kim çektiyse, bahtsızlığın tam altından geçirmiş, tanrı tanımam ben, lakin kaderin varlığına garip ve köksüz şekilde inanırım. Ki o kaderin içinde, devlet büyüklerimizden birinin, bu tür mevzulara düşkünlüğü hasebiyle, böyle bir görev ihdas edilmesi buyruğu varmış.

Devlette ağırlığı ve forsu olan kurum amirlerinin hepsi, bu saçmalığın çamuru kendilerine bulaşmasın diye arkalarına bakmadan kaçmış, bi bizim sinirbaz müdür “He” deyivermiş, aslında eminim ki sırf benim helakımı hayal ederek he demiştir. Beni sevmemesi normaldi, füzyonu neredeyse kafasıyla Akseleratör arasında yapmama ramak kalmasından ötürü, ama nefretine mana veremiyordum.

Sonuçta, memleketin yetiştirdiği ağır nükleer fizikçi yurttaş, ipe sapa gelmez dosyaları araştırmaya memur olmuştu.

O sabah çenem takırdayarak odama girdim, elimde tutuğum simitten ziyade, susamını üzerine almayı unutmuş biçareyi masama fırlatıp, kalorifere sarıldım, o da bana sarıldı, meğer o da ısınmak derdindeymiş. Bu kış on beşinci defadır kalorifer yanmıyor, dert nedir? Ya kendini, kendi reaktöründe ürettiği enerjiyle idare etmekle övünen kurumun ısı değiştiricilerinde bi nane vardır ya nötronları reaksiyona yönlendirememişlerdir yahut gül gibi zincirleme reaksiyonu, kim bilir hangi sivri zekanın lafına uyup, yeni bir şey denedikleri için kösteklemişlerdir.

Başımı çaresizce iki yana sallayıp “Cık cık cık” ladım, kendi kendime “Bu işi bilmiyorlar efenim” diye söylendim. Sonra masama göz gezdirdim, temizlik personelinin bile sallamadığı önemsiz işimin yuvalandığı odayı bok götürüyordu.

Masamda yeni görev emrim A4 şeklinde sırıtıyordu, bilgisayardan yazdırılmış kâğıtta, adres linkleri sıralanmış, alt tarafa da çalakalem, “Yukarıdan konunun ivedilikle araştırılması isteniyor” notu düşülmüştü. Bilgisayardan ufak bir kontrolle emrin, şu uğursuz, kaynağı belirsiz ve tüm dünyada rapor edilen tuhaf seslerle ilgili olduğunu gördüm. Linklerde yer alan videolarda gümbürtülü ve ağır metallerin sürtünmesine benzer sesler ağırlıktaydı, bazen de gök gürültüsü yahut homurdanmalara benzeyen düzensiz sesler duyuluyordu.

https://www.youtube.com/watch?v=vcUDYBIrWio

Bunların, ilgi çekmek için geekler tarafından düzenlenmiş oyunlar olduğuna kalıbımı basardım, fakat büyüğümüz benden hızlı davranıp araştırma emrine imzasını basmıştı, boşu boşuna ortalıkta dolandığımla kalacaktım. İşime ihtiyacım vardı, hele de yeni boşanmışken. Boşanmalar pahalı kurtuluşlardı. Yoksa şu Kanada’dan gelen iş teklifine evet mi deseydim, soğuğa dayanıksız olmasam, dakka durmazdım buralarda.

Listedeki bazı linklerde bu sesler için mantıklı çözüm önerileri vardı, daha ne diye bokumuzda boncuk arıyorduk ki? Canım sıkılmış şekilde tatsız, iğreti kahvaltımı mideme indirdim, biraz daha Google amcayı dürtükleyince bu konuda uzmanlığı olduğunu iddia eden ve şehir şehir dolaşıp konferanslar veren bir isme rastladım, adamın adı Talay Nişi Ilsa idi. Nette yalnız bu bilgiler vardı, adamın ne resmini bulabildim, nede hakkında başka bir bilgiye ulaşabildim.

Rus olabilir miydi? Türk’se, acep Moğol denizler tanrısının ismini ne diye çocuğa vermişler diye düşündüm. Moğolların deniz tanrısını deniz olmadan icat etmeleri de ilginçti. Kafamda hemen aquaman imgesi canlandı ve onu oynayan heybetli Mammoa. Bu herifte böyle biri miydi?

Baktım o gün Kadıköy’de bir panele katılacağını duyurmuş. Fırsatı kaçırmadan gidip adama yapışmalı, ne döküldüyse toplayıp, kargacık burgacık raporuma işlemeli, bu yükten kurtulmalıydım. Koşarak odamdan çıktım, koridorda neredeyse yapışık yürüyen ve bana doğru gelen iki adama çarparak duraladım.

Adamların ikisi de dazlaktı, üzerlerinde ayaklarına kadar uzanan bir örnek pardösüler vardı, garip bir çiftti. Biri iki buçuk metre boyunda falandı, diğeri cüce denilecek denli ufak bir kırk boylarındaydı, uzun olanın kemikli yüzü, büyük kulakları ve burnuna nispetle küçük bir ağzı ve garip şekilde parıldayan yuvasına kaçık gözleri vardı. Küçük olanın kafası kavun gibi yanlardan bombeli, üstten basıktı, yüzü ödem kaplıydı, şişkinliklerden garip burnu ve ağzı zor seçiliyordu.

“Pardon” diyerek yoluma gitmeye çalışsam da uzun olan beni omzumdan yakalayınca durmak zorunda kaldım, çok uzun ve kaslı parmakları ciğerime kadar işlemişti, sinirlenerek “Ne oluyor kardeşim” dedim, uzunun yüzü kımıldamadı bile, kısa olan “Murat Bey bize bir dakikanızı ayırır mısınız?” dedi, sesi sualtından geliyormuş gibi boğuk ve iniltiliydi. Hala omzumu çürütmekte olan eli zorla da olsa omuzumdan ittirip, sinirime kat çıkmış şekilde “Konu nedir, işim var ve acelemde, hem ismimi nereden biliyorsunuz” dedim. Kısa olan emredici ve inandırıcı bir tonla boğukça “Odanız da konuşursak daha yerinde olur, füzyon projeniz hakkında” dedi, beni hassas yerimden vurmuştu, hayır diyemedim, soğuk odama döndük.

Odaya girer girmez uzun olan kapıyı kapatıp, sırtını kapıya dayayarak ayakta durdu, ellerini önünde birleştirip, bacaklarını da biraz açtı, kapı artık aşılmaz hale gelmişti. Kısa olan tam onun önünde ayakta bekliyordu, ben bir koltuğuma, bir adamlara baktım, onları masamın önünde kırık, dökük, kahverengi hastalıklı paslarıyla yığılıp kalmış misafir sandalyelerine oturmaları için davet etmeye utandım, bende ayakta dikilmeye karar verdim.

Kısa, bekletmeden söze girdi, “Murat Bey, üzerinde çalıştığınız füzyon projenizden vazgeçmenizi tavsiye etmek için “pembe vatoz” tarafından görevlendirildik. Bunun sebebi, bu teknolojinin henüz insan kullanımı açısından çok tehlikeli olabileceği öngörüsüdür. Sağduyunuza güveniyoruz”, çok şaşırdım desem yalan olurdu, böyle önemli ve gizli bir proje dışarı sızdırılmasaydı asıl o zaman şaşırırdım.

Hiddetle “Siz kim oluyorsunuz da gizli bir projeyi son vermemi istiyorsunuz, hem şu pembe vatoz kim? Umarım kendini komik sanan kurum içi şakacı bir palyaçodur, değilse yandınız. Güvenliği aramamam için beni tek bir cümlede ikna etme süreniz var, yoksa ajanlıktan kodese gireceksiniz, bana zarar verirseniz o kodesten gün yüzü göremeden anca dört kolluyla mezarlığa avdet edersiniz.” hah, sesim istediğimden de sert çıkmıştı. Her daim cesaretli biri olmuşumdur, gözümü budaktan sakınmam, şimdi de pısmayacaktım, hem bu aptallar kendilerini ne zannediyorlardı. Sağ elim, uzun olanın kafasına geçirmeyi planladığım paslı sandalyenin üst demirini kavramıştı bile.

Kısa olan dönüp uzuna baktı, sonra bana dönerek “Füzyonunuzu engelleyen şey yakıtı kriyojenik hale getirmek için kullandığınız sıvı azot çevirimi, termal stabilite için lazer soğutmayı, yöntem olarakta  doppler soğutma yöntemini kullanmanız gerekiyor, zaten λ = h/mv = λfoton/x formülü biliyorsunuzdur, buna göre işleminizi yaparsanız başarıya ulaşacaksınız. Makro boyutta uygulanmadı demeyin sakın, unutmayın ki 2007’de bir MIT ekibi lazer soğutma ile örnek makroölçek -1 gram- nesneyi 0.8 K’ne soğutmayı başarmıştı.” hadi ya, adam haklıydı, bir anda kafamın içindeki tasarruflu led ampul yandı.

Fakat bu aydınlanma ânımı fark etmeyen kısa, lafına devam etti “Görüyorsunuz ki her şeyin farkındayız, füzyon kısa vadede insanlığa yarar getirmeyecek, çünkü bu buluşunuz kötücül insanlar tarafından kullanılarak toptan yok oluşunuza yol açacak. Şunu da size açıklamak boynumuzun borcu ve görevimiz icabıdır ki, füzyon teknolojisi başkası tarafından icat edilemeden dünyada enerji savaşları çıkması ve nükleer savaş sonucu yine toptan yok oluşa sürükleneceksiniz, bu kaçınılmaz, istatistik hesaplar yüzde yüz on iki kesinlikte bu sonucu veriyor.” ifadesiz şekilde yüzümü seyre daldı. Uzun olan ilk defa meraklı gözlerle bana bakıyordu, gözleri düştükleri çukurdan dışarı uğramış gibiydi, yanakları geriye doğru gerilmiş, başını hafifçe öne vermişti.

Ne diyeceğimi biraz tarttıktan sonra, biraz daha zamana ihtiyaç duydum ve “Siz buraya nasıl girdiniz?” gibi aptalca bir yuvarlama yaptım. Uzun, eliyle önünde duran kısayı kenara itti ve bana iyice yaklaştı, sandalyeyi tutan elimi sıkmaktan parmak boğumlarım bembeyaz olmuştu. Sesi, suyun altından baloncuklar çıkartarak konuşan birininki gibi dalga dalga, boğuk tonda ve birazda davudi “Fazladan isteği olan herkes buraya kolayca girer, asıl soru sen bu ikilemden dışarı nasıl çıkacaksın?” sanki gözleri biraz daha büyümüştü, yüzümdeki en küçük kasın bile titreşimini kaçırmak istemiyor gibiydi.

Bana kalsa ikilem falan yoktu, füzyonu gerçekleştirecek, hak ettiğim şan ruhuma değecekti, kötücülleri engellemek kolay işti. İşti amma projemdeki en ince detayı ve biraz daha çalışmaya vaktim olsa çözebileceğim hatamı motamot bilen bu herifler, herhalde söyledikleri tehlikeleri de önceden bilecek kapasiteye sahiplerdir diye düşündüm. Sustum, yüzlerine baktım, bekledim. Kafamın durduğuna kanaat getirmiş olacaklar ki sessiz sedasız odayı terk ettiler.

Neydi şimdi bu, sınav mı? Felaketin bin rengine uyandırılma mı? Kimdi bunlar? Amaçları neydi? Onları kim göndermişti? Hani zorlasam, şu an ki mecburi meşgalem olan tuhaf olayları inceleme memuriyetimde karşıma çıkan metafizik hokkabazlıklardan biri nihayet gerçek oldu deyiverecektim, ama ben bilime inanırdım, yani bilmeye, bilmediğime inanmaya inanamazdım.

Kafam allak bullak şekilde çıkıp Kadıköy’e gittim, işe bağlılığım da en şikayetçi olduğum huylarımdandı. Tatlı küçük kafamı Talay Bey’e yoracaktım, şimdilik dünyanın her türlü belasını verecek adam olmaklığımı bir tarafa bırakmalıydım.

Talay denilen adam hiçte heybetli Poseidon endamını taşımıyordu, tipi tam reptiliancı, düz dünyacı tutkunlarına benziyordu. Kel kafasına zorla açılmış deliklere sıkıştırılmış iki küçük gözü, asimetrik şekilde suratına oturmuş burnu ve çaresizce dar dudaklarını kapatmak için uzattığı top sakalıyla, kafası vücuduna gömülmüş gibi duruyordu. Hafif bir kamburda tıknaz vücudun sırtına binmişti. Gözleriyle sürekli etrafı tarıyor, sinsi bakışlarını beş saniye bir noktada tutamıyordu. Sözde dünyayı sarsan tuhaf sesler panelinin sonuna yetişmiştim, panele katılanlar şu her tür garip toplantıların müdavim takımındandı, işim gereği bu toplantılara katıla katıla artık bende onlara karşı eş dost, hısım akraba hissiyatı vardı. Kimi gün duyugörü toplantısında, bazen uzaktan algılama ve telepatlık kursunda bu tiplere rastlardım. En eğlenceli ve canlı olanları, yerel ufo guruplarının kanıt sunumlu paylaşım toplantılarıydı, kimse “Ağabey, daha dün ruh çağırma seansında el eleydik, ufo ne ya” demiyordu.

Dinleyiciler dağılınca adamın yanına gittim, tanışlık verip birkaç sorum olduğumu söyledim, ince ve yayvan sesiyle beni oldukça sıcak karşıladı. Tipi kayıktı ama muhabbeti güzeldi, tam bal dudak dedikleri tiplerdendi, sohbeti öyle güzel götürüyor, sizi öyle güzel yönlendiriyordu ki, söylediği her şey kendi fikri olduğu halde sanki kendiniz söylemişsiniz gibi hissediyordunuz.

Tuhaf seslerle ilgili bildik bilgiler haricinde, komplo cinsinden uydurmalarını da sanki benim fikirlerimmiş gibi bana anlattı ama yutturmaca hususunda biraz tecrübeli olduğumdan, bi dakka yaptım. Bu arada panelin yapıldığı bilmem ne kültür merkezi adlı köhne bodrum katından çıkmış, Kadıköy’ün dar, hafif dumanlı küçük sokaklarında geziyorduk, sanki önceden kararlaştırmışız gibi küçük bir bar arıyorduk, az sonrada o barı bulup oturmuştuk bile.

Oturur oturmaz peşimizden bara giren iki sokak müzisyeni masamıza tebelleş oldu, biz hızlı hızlı içiyorduk, onlarsa bana biraz garip gelen bir melodiyle canlı bir şeyler çalıyorlardı, belli ki para almadan gitmeyeceklerdi, bar sahipleri de hiç oralı değillerdi. Ben hafif çakırkeyf oldum, o ara Talay mırıl mırıl dünyayı içeriden saran bizim bilmediğimiz tabakalardan, bunların diziliminin ne kadar hassas olduğundan bahsediyordu, kafamda güzelce olmuştu o ara, niyeyse birden içimi olanca açıklığıyla dökme ihtiyacı doğdu, başladım iş yerindeki uğradığım haksızlıklardan, çıktım sabahki tuhaf karşılaşmadan. O ara, Talay’ın müzisyenlere para verme nezaketi göstermeyeceğini de kavrayıp, adamların eline iki kuruş sıkıştırıp savuşturdum hergeleleri.

Talay “İyi demişsin abi, pat diye insanın karşısına çıkıp sıkıştırmakta neymiş. Peki abi bu füzyon projesi nasıl bir şey, sahiden projeni kurtaracak ne dediler ki, nasıl çalışıyor bu zımbırtı” sarhoştum, fazladan çenemde hiç yapmayacağım şekilde düşüvermişti ama o kadar uzun boylu değildi. Sustum, boş ver dedim sadece. Omuz silkti, hadi kalkalım dedi, gece epey ilerlemişti, bu saatte sarhoş birini oturduğum Beylikdüzü’ne taşıyacak taksinin alacağı parayla üç gün tatil yapılırdı. Kalkmadan Kadıköy’de küçük bir otelde kalırım diye kafamda kurmuştum bile.

Ben hesabı isterken Talay ayağa kalktı, elinde telefonu vardı, “Abi acil birini aramam lazım, burası çok sesli dışarıda konuşayım ben” dedi ve hızla bardan çıktı, ben ağzımı bile açamamıştım. Mecburen gelen yüklüce hesabı cüzdanımın belini kırarak ödedim, çünkü Talay ben dışarı çıkana kadar içeri gelmedi. Dışarı çıktığımda da “Ya kusura bakma konuşma uzadı, kesemezdim de hesapta sana kaldı ama hallederiz bilahare, ben seni çok sevdim abim, yine oturup konuşmayı çok isterim, al bak bu kartım, unutmadan vereyim” dedi. Ben kalender ayağına yatıp “Ne demek kardeşim, bende seni sevdim, mutlak buluşalım” dedim, vedalaştık ayrıldık. Nereye gideceğimi, nasıl gideceğimi sormamıştı bile. Şeytan tüyü var dedikleri cinsten bir adamdı, kızamıyordum niyeyse, ki normalde çok bozulurum ilkten hesap takan cinslere.

Dar sokaklardan ferah bahariye caddesine çıkmak üzereyken, yarı karanlık sokakta yüzlerini seçemediğim üç serseri etrafımı çevirdi, daha ne oluyor, nedir diyemeden beni tartaklamaya başladılar, ilk yumruğumla tam önümdekini devirdim, diğer ikisinin yumruğuyla yere devrildim. Bunu fırsat bilen iki serseri üzerime atıldı, cüzdanımı, telefonumu aldılar, ama bir yandan da hızlı elleri üzerimde sanki başka bir şey arıyormuş gibi dolandı, tabi ki bir şey bulamadılar, bırakıp kaçtılar. Zar zor ayağa kalktım, neyse ki hesabı ödediğim kredi kartını cüzdanıma değil pantolon cebime atmıştım da ortada kalmadım, serseriler aceleden kartı bulamamıştı.

Soy isim ‘Yıldırım’, yaş ‘35’, doğum yeri ‘Yakutistan’…

Sarhoş kafayla saçmalığa tüyler dikiyordum, girdiğim izbe otelde kimliği pek dert etmiyorlardı. Otel bir tür randevu evi gibi çalıştığı için, hesap ettiğim taksi parasının iki katını ödemek zorunda kaldım. Yaralı ve sarhoş olmasam beni hayatta söğüşleyemezlerdi.

Günler günleri kovaladı, bende Talay’ı ve güya anlatacaklarını kovaladım, ne hikmetse her buluşmamızda ondan çok ben konuşuyor, üstüne her daim yaptığı hinlikler nedeniyle hesabı da ben ödüyordum. Ama iyi adamdı, insanın derdinden anlıyordu. Şu dazlakların beni vicdanımın mengenesine sıkıştırmasına o da çok kızıyor, beraber bir çıkış yolu buluruz be abi diyerek moral veriyordu, hani önerileri de fena değildi yani.

Bir gün, şu füzyon projeni sen anlat bana, ben ehil birilerine aktarayım, onlar yapsın ve bu paradox kırılsın deyiverdi. Kesinlikle haklıydı, bu kırılmaz zincirin düğümü, füzyonun benim tarafımdan gerçekleştirilmesi ya da gerçekleştirilmemesi değil miydi, yoksa adamlar ne diye gelip bana açıklama yapsınlardı. Bir yandan da kendimdeki kibrin kolundan tutup yakalayıveriyordum, ne yani mevzu sadece benim ben olmam mıydı, yoksa füzyonun kendisi miydi? Dünyanın yok olması, füzyon olsa da olamasa da gerçekleşecekse, ben bu gerçekliğin içinde sadece bir noktadan ibarettim, ihtimallerin düğümlendiği nokta. Yine de kolayca kırılmayan güvenlikçilik hissiyatım hemen dökülüvermeme engel oldu. Hem bu yarı şarlatan, yarı tatlı dilli herifin, füzyonu gerçekleştirecek fizikçi dostları olma ihtimali var mıydı ki?

Mayıs ayının ortasında bir gün, moda sahilde Talay’la beraber yukarı çıkan merdivenlerin dibindeki ağacın altında oturmuş bira içiyorduk. Ben iş yerindeki zırvalardan iyice bunalmış, Talay’a dert yanıyordum, “İşte görüyorsun ki kardeşim bizimkisi modern kölelik, hem ne biçim kölelik. Şu paradoxu bir çözebilsem. Füzyon gerçekleşse de gerçekleşmese de insanlığı çökertecek, ben ise yapsam da yapmasam da bunun müsebbibi olacağım. Eğer bir yolunu bulabilseydim sırf dünyanın iyiliği için dünyayı terk ederdim” dedim, Talay hafiften çakırkeyf olmuş, ağzını iyice yaya yaya “Eğer ile meğer evlenmiş, çocukları keşke doğmuş” hafifçe güldü “Keşkelere bel bağlama abi, bana güvenmiyor musun? Projeyi anlat, bende başkasına yaptırıp zinciri kırayım. Gerçi ara ara epey kısmını anlattın zaten, kalan az bir kısmın ayrıntısını ver olsun bitsin bu iş”.

Öyle ya anlatmıştım öteden beriden, ama kısa dazlağın verdiği ipin ucunu alıp bu kel kerkenezin eline tutuşturmalı mıydım? Döndüm yüzüne baktım, koyu ağaç gölgesi içinde kaşları ortaya doğru yumuşakça eğilmiş, istemsiz olduğu besbelli kocaman bir gülümseme yanağından dalga dalga kulaklarına kadar yayılmıştı. Gözleri kanlıydı, uzun uykusuzluğun kırmızı parmakları göz kürelerini sarmış onun garip bakışlarını iyice tekinsiz hale getirmişti. Sempatimden değil de çaresizlikten birden ağzımdan bir evet çıktı. Sanki bir an dursam vazgeçecekmişim gibi ağzım mitralyöz namlusu olmuş, kelimeleri dökmüyor ateşliyordu. Talay kelimeleri kulaklarıyla değil gözleriyle yakalıyor, onları göz merceğinden içeri harf harf çekiyordu, tek bir es’i bile kaçırdığını sanmıyordum.

Talay ile “O iş bende kardeşim” son sözleriyle ayrılmıştım, sonunu merak etmiyordum, artık bu ağır yükü sırtımdan attığımı düşünüyordum, neredeyse dev bilimsel keşfin şanını bir kenara itmekten memnun bile olacaktım, lakin alttan alta bu keşfin getirisinden vazgeçmek içimde büyük bir boşluk hissi yaratmıştı.

Yirmi iki Mayıs günü de diğer sıradan günlerdeki gibi sevimsiz işime gittim, iki aydır odama ne gelen vardı ne de giden, son emirden beri hadi hadi diye bastıran, arayan da yoktu, ki bu hayret vericiydi, emirnamede acele denmiyor muydu? Demek ilgi gelip geçici imiş. O gün akşama kadar odamda pinekleyip, üç beş yeni bilimsel dergi karıştırdım, mesaimin bitmesine bir çeyreklik vakit kalmıştı, birdenbire acayip bir gacırtı duydum, nereden geldiğini anlamaya çalışırken yüksek ve tiz bir metalik vurma sesi geldi, sonra gürültülü patlama sesleri dalga dalga yayıldı, metal bir huniye düşen dev metal topların çıkaracağı seslere benzeyen sesler onu takip etti. Korkuyla ve adrenalinin verdiği uğultulu bir kabarışla ayağa fırladım, hayır ben masanın altına sinecek tiplerden değildim, sesin kaynağını kulaklarımla araştırdım, ilk tahminimin aksine ses tesisten değil dışarıdan geliyordu.

Neredeyse herkes gibi bende binadan dışarı çıktım, ses gökyüzünden değil yerin ta içinden geliyor gibiydi, herkes birbirine şaşkın şaşkın bakıyordu. Sesler bir müddet daha bazen karışarak bazen ayrışarak devam etti, on dakika sonra etraf yine süt limandı. Bu sefer insanlar arasında bir uğultu koptu, sesle ilgili konuşuluyordu, etrafıma baktığımda, hemen yakınımda duran kat çaycısı ve odama uğramaktan özellikle imtina eden temizlik görevlisinden başkası yoktu, bilimsel krem şanti tabakası beni iyice dışlamıştı, herkes meşrebine göre küçük guruplar halinde kümelenmiş durum değerlemesi yaparken ben insanları izlemekle yetiniyordum. Aklıma elimdeki son araştırmam ve tabi ki Talay’dan adam gibi bir cevap alamadığım hususu geldi.

Kalabalığa göz atarken ilginç bir parıltı gördüm, parıltı kel birinin kafasından yansıyan eğik güneş ışınlarından kaynaklanıyordu. O kel Talay’a çok benziyordu ama kalabalıktan yüzünü seçemediğim için kararsız kalmıştım. Yanımda duran temizlik elemanının kolunu tutup adamı gösterdim “Ha o mu? Yalat Bey, nisan başında kuruma geldi, galiba Rusya’dan geldi, şu yeni nükleer santral işinin koordinasyon sorumlusuymuş”. Kalabalık birden kımıldanmaya başladı, kabarıp, ayrılıyor, kumsalını arayan dalga gibi merakın sırtında yükseliyordu, heyecan sanki kelime olmaktan çıkıp kırmızılar içinde şuh bir kadın olmuş, yekûnu erkeklerden oluşan kalabalığın içinden geçiyordu. Bir türlü kel herife ulaşamadım.

İnsanlar, artık onları içinde tutamayacak binaya dönmek yerine, çoktan biten mesailerini arkalarında bırakıp tesisten hızla ayrılmaya başladı. Bir ben binanın geniş bahçesinde ayrık otu gibi kalakalmıştım. Hemen telefona sarılıp Talay’ı aradım, ha evet İstanbul’daymış ve evet o da sesleri duyup kayıt etmiş, bittabi benimle konuşurmuş, ama şimdi analiz vaktiymiş, istediğim tüm gerçekleri açıklayacakmış, yalnız ona zaman vermeliymişim, hele şu son İstanbul kayıtlarını da analiz etsinmiş de, e peki ne zaman, yirmi beş mayıs cumartesi günü uygunmuş, o gün aynı zamanda dünya havlu günü olduğu ve o da otostopçunun galaksi rehberine bayıldığı için moda sahilindeki bir etkinliğe katılacakmış, bende gelseymişim, ayrıntılıca konuşma fırsatımız olurmuş. Pek inanmadan “Olur” deyip telefonu kapattım.

Cumartesi günü akşama doğru moda sahile indim. Ağaçlar, çimenler hülasa yeşilin koynu salkım saçak insanla dolmuştu, içenler, eğlenenler, yeni, eski sevgili gurupları, zevk pezevenkleri, türlü keyif ehlinden teçhiz edilen kumpanya bir cümbüş tutturmuş gidiyordu. Fakat ortalıkta ne havlucular ne de Talay vardı. Biraz dolanıp yanımda getirdiğim havluyu yere serdim, yine yanımda getirdiğim biraları kana kana içtim, kafam kıyak olmuştu. Etrafta salınarak yürüyen, aslında yümeyip sanki bir bulutun üstündeymişçesine süzülen Venüsleri[3] seyre dalmıştım, Marslar[4] çabucak silinip gitmiş, yalnız Venüslerden mürekkep bir denizin ortasında sahte esrikliğime batmıştım ki şu bizim gizemli dazlaklar aniden başımda bittiler.

Yüzlerini görünce, keyfim neşemi de yanına alıp gitti. Kısa olan yine teklifsizce söze başladı “Sen burada oturmuş ziftlenirken birileri füzyon işini kotarıyor haberli misin?”. Afallayarak ayağa kalktım, biraz sallanıyor, ağzımın kenarından sızan salyama hâkim olamıyordum, lakin füzyon kelimesi beni ayıltmaya yetmişti. “Siz ne saçmalıyorsunuz. Hem hala beni niye takip ediyorsunuz, çoktan füzyon işinden vazgeçip, onu, yani şanlı asaletimi, doğuramadan isimsiz birilerinin kapısına terk ettim. Şimdi defolup gidin başımdan”, oldukça sarhoştum, “şanlı asalet” acaba ne menem bir şeydi?

Elimi kolumu sallayarak, sendeleyerek üstlerine yürüdüm “Ulan anam mısınız, babam mısınız? Bana barzo çekeceğinize gidin kendiniz kendi kehanetinizi temizleyin, cavlak kafalılar” havaya ve içimdeki geçkinliğe bir yumruk salladım. Uzun, elinde tuttuğu şemsiyeye benzeyen ama öyle olmayan üzeri yumuşak bir şeyle kaplı sopayı ağzımın üstüne yapıştırdı. “Aptal! Fikrin sahibi, bu dünyada ve zamanın bu anında sensin, sorumluluk senin. Bizim tek görevimiz tebliğ ve teşvik etmek”. Elimin tersiyle onlara tokat atarmış gibi sert, yani bence sert bir hareket çektim “Ne yani düşünsem de düşünmesem de suçlu ben, yapsam da yapmasam da suçlu ben. O zaman bizzat paradoks benim, dünya ben doğdum diye yok olacak, varlığımın gölgesi dünyaya düşmese kim bilir ne rahat ederlerdi. Hem bir dakka, bu füzyon olmasa da kendilerini yok edecekler demiştiniz, e ben niye bu işin önünde ya da arkasında duruyorum ki?”

Kısa olan tereddüt etmeden “Kaçınılmazlık bulanık bir istatistiki görünüm arz ederken, senin fikri bulmadan sonra kesinlik ifade eder oldu. Yani dolaysız olarak senin doğumun yıkımın kaçınılmaz miladıdır” aman içim ne rahat etmişti. “Peki nerede can buluyor benden ırak olsun dediğim canım evladım?”. Uzun, neredeyse beni eliyle itekleyerek “Koş çekmecenin içine bak, dünyanın ölümünü uzak gelecekten tam bugüne çekecek Füzyon Makinesi orada çatıldı bile. Biz tam arkanda olacağız, yarının bugün olmasına engel olman için tavsiyelerimiz senden eksik kalmayacak.”

İş yerime gidene kadar neredeyse ayılmıştım, cavlaklar ortada yokalardı, yeni yapılan, içi boş olması lazım gelen deney reaktörü binasından etrafa ışıklar saçılıyordu. Güvenlik elemanlarına göre Yalat Bey emir vermiş, yeni bina için kalibrasyon deneyleri yapılacağından, hafta sonu yetkisiz personeli tesise almamalarını tembihlemiş, ayrıca memleketinden de kalabalık bir ekip de ona katılmışmış. Kulaklarıma inanamadım, kim, nasıl? Hemen ‘her kapıyı açan green kart’ adını verdiğim kartımı çektim, güvenlikçinin burnuna dayadım. Ne yazıyor kartta, oku bakalım, ne yazıyor? Elimdeki kimlik belgesi, beni şu an memur olduğum mesnetsiz işime sürükleyen devlet büyüğümüzce onaylanmış, iskambil kağıtlarından sinek valesi, yani Büyük İskender’in kâğıdı[5] gibiydi ve her kapıyı açmaya yetkisi vardı, en azından devlet katında.

Kapı açıldı, bir hışımla yeni reaktör binasına daldım, ana kapının ardında iki izbandut ikincil kapılar olarak duruyordu, işte king of the king sinek valemin havası o noktada indi. Beni salmadıkları gibi tartaklıyorlardı da, tabi ki anında saldırıya geçtim, biraz yumruklaşma ve tekmeleşmeden sonra etkisiz hale getirilip, kapı ardına süpürülen süprüntü misali bir kenara atıldım. Bağrışa gelen kişiyi görünce çok şaşırdım, bu bizim kaypak Talay’dı, hesap takan ama gönül de alan Talay.

Kırık dişimden sızan kana karışan sümüklü burun kanımı elimin tersiyle hodbin suratımdan sildim, ‘Helelöley’ nidasıyla ayağa kalkmaya çalıştım ama olmadı, yattığım yerden tek dirseğimin üzerinde doğrulup boştaki elimi kalçama dayayarak hırıltılı bir sesle “Sen ha! Bunu tahmin etmeliydim, yalaka köpek, tüm bildiklerimi samimiyetin gölgeleri arasından çekip aldın, oysa ne çok sevmiştim ne dost bilmiştim seni, meğer bir yılan sarıyormuş boynumu, haberim yokmuş”, Talay eğilip yüzüme baktı, iki elinin tersini kalçalarına dayamış, nadir bir zoolojik örneği inceler gözlerle bana bakıyordu “Ne alakası var kardeşim, sen meyveni döküyordun ben topladım, çürüyen fikrini işe yarar hale getirdim”.

Ben kızarak “Hangi işmiş bu?”. Talay doğruldu, arkasına baktı, galiba kotarılan füzyon işine bakıyordu, sonra bana döndü, gözlerinde alev alev parlayan bir şeyler vardı “Füzyon işi olduğunu sende bal gibi biliyorsun, sana ha şimdi ha sonra açıklayacağım deyip durduğum dünyanın böğürtüsünü kesmenin tek yolu senin füzyonundan yardım almaktı, sende bile isteye yardım ettin, daha ne istiyorsun, kehanetin bacağını sen değil ben kırıyorum”, “Hadi be oradan, neyi kırıyorsun, yoksa şu kötücül denilen insan yada insanlar güruhu siz misiniz? O zaman kehanet kırılmıyor, su gibi yerini dolduruyor. Ben füzyonu, insanlığı kurtarmak, onun yıldızlara sıçramasına engel olan, konsantrasyonunu bozan enerji darboğazından sıyırmak için geliştirdim. Hem bunun böğürtüyle ne ilgisi var?”.

Şimdi şimdi kapıdaki o iki izbandutun Talay’la ilk karşılaştığımız gece beni soyan hırsızlar olduğunu ayırt ediyordum. Talay kahkaha attı “Ben ve işin aslını bulanlar gurubu dünyayı kanser gibi saran illümünatiye son vereceğiz, dünyanın böğürtüsü dediğin şeyin ne olduğunu bir bilsen”.

O sırada bizim noktayla virgül geniş kapıdan içeri girdi, izbandutlar dazlakları görünce korkuyla geri çekildiler, belliydi ki daha önceki karşılaşmalarından hoş anılarla ayrılmamışlardı. Uzun dazlak kinli gözlerle Talay’a baktı “Söyle bakalım keltoş, dünyanın sonunu getirirken doğruyu söyleyecek mi o büzük dudakların, görelim”, Talay bir an korkar gibi oldu ama sonra kendini toparladı, göbeğini içine çekerek “Size ne kardeşim, siz her boka maydanoz olmasanız olmuyor mu?” dedi. Dazlaklar istiflerini bozmadan ona baktı kısa olan söze girdi “Seninle hareket eden şu insanlara ne yalanlar attın acaba”, uzun olanı “Ona yalan mı yok, sözün karasını da yalanın âlâsını da ona sormak lazım, değil mi Şangrila?”

Haydaa, kafam iyice allak bullak olmuştu, bilincim hala bulanıktı, ya da moda sahilinde uzun, bitimsiz bir rüyaya sızıp kalmıştım. Talay, Yalat, Şangrila kimdi bu adam?

Talay göz işaretiyle izbandutları yolladı, belli ki foyası ortaya çıkarken şahit istemiyordu. “Hah ha” diyerek tahtadan yapılma yan yatırılmış kalın kablo makarasına tünedi, “Pembe vatoz, kendi gelmeye zahmet etmeyip siz işlevsiz simbiyozları[6] peşimden göndererek, beni yolumdan çevirebileceğini mi sanıyor? İşini aldığı AlDun’lar kime güveneceklerini gerçekten bilmiyorlar. Tek numaranız tebliğ etmek, aksiyon yok, sadece kendinizi korumak için aksiyon yetkiniz var, bir de beni durdurmak için size belletilen boş laflarınız. AlDun hayatı koruma vakfına kötü haberi şimdiden iletseniz iyi olur. Çünkü burada korumaya aldıkları hayatın ve onun şahikası olduğunu sanan insanlığın sonunu getireceğim, dünya jeotabaka makinasını durdurmak üzereyim.”

Hımm, sağlam bir oyunun ortasına düşmüştüm, bu besbelliydi, nedense birden o tatlı, küçük, biteviye hayatımı özledim. Soğuk odamı, gereksiz işler memuriyetimi, sonu gelmez umutlarımı, şimdi hepsine hasrettim. Ayağa kalktım, üzerimdeki tozları silkelerken izbandutlarla beraber birkaç kişinin bize yaklaştığını gördüm. Onların geldiği yöne baktığımda, koca reaktör kubbesinin açılır çelik perdelerinin sonuna kadar indirildiğini, açılan boşluğa yönlendirilmiş her yeri kablolar ve soğutucu sıvı borularıyla kaplı, kocaman, uzay teleskopuna benzer bir alet gördüm. Binanın geniş ve oldukça yüksek antre boşluğunda ise, kafamda kura kura şeklini şemalini ezberlediğim füzyon reaktörümü gördüm, cana getirilmiş ateş saçan bir ejderha gibi dev antrede uzanıp gidiyordu, kafası sayılabilecek yerdeki doğrudan elektron aktarımlı Transdüser’i[7] görünce gözlerim yaşardı, hayatımın son kısmını vakfettiğim makine çalışır şekilde karşımda duruyordu.

Yeni gelenler Talay’ın karşısında durdular, içlerinden tıknaz, ablak suratlı, şişko yanaklı bir tanesi, ki bu herifi de tanımıştım, Talay’la ilk buluştuğumuz gece gelip tepemizde gıy gıy çalgı çalanlardan biriydi. “Bize yalan mı söyledin? Dazlaklar başka bir hikâye anlatıyormuş”, Talay yerinden kalktı yalakalanarak guruba yaklaştı, öndekilerden ikisinin kollarından dostça yakaladı “Arkadaşlar, size hareketimizi engellemek isteyenlerin olacağını söylemiştim, illümünati hedeflerine ulaşmak için kafamızı bulandırmaya kalkacak demiştim. İşte tam şu anda olan bu, bırakın şimdi bunları, tüm dünyayı gözleyen gözü kör etme vaktimiz geldi” ellerini havaya kaldırıp “Kahrolsun büyük birader, kahrolsun üçgendeki göz, ışığın gözü uydusunu uçurduğumuz an bizi göremez, takip edemez hale gelecekler ve işte o”, bu kadar saçmalığa dayanamayarak lafını kestim “Eehh be, ne sikko sikko yalanlar atıyorsun, ne büyük gözü ne illümünatisi, saçmalıklarına bu alıkları nasıl ikna ettin hayret, en kuş beyinliler bile bu teraneleri yemez. Sen benim fikrimi neden çaldın onu söyle” Talay iki eliyle beni göstererek “Bakın, bakın işte tam söylediğim gibi değil mi?” gurup homurdanarak bana döndü, ben yumruklarımı sıkarak çıkacak vartaya hazırlandım. Talay “Bırakın şimdi bu inançsız aptalı, uzun erimli terrahertz lazeri bunların ağababalarının gözünü oyduğunda, sesleri boğulur. Hadi hadi, herkesin bir şeye el atması lazım, ben bunları hallederim, vaktimiz daralıyor, kurum yetkilileri duruma uyanmadan işimizi bitirelim”.

Guruptakiler birbirlerine baktılar, sonra sırayla yanıma gelip en acıyan yerlerimi biliyorlarmış gibi bana birer yumruk çakarak işlerine döndüler, başta direnecektim ama ilk gelen izbandutun çeneme indirdiği yumrukla bilincim bulanıklaşmıştı, sonrası çorap söküğü gibi geldi. Bir yandan vücuduma inen yumrukları sayarken, bir yandan da düşünüyordum, sanırım insanların kör inançlarıyla dalga geçmek iyi bir fikir değildi, dini inançlardan bile daha radikal bağlılıkla sarıldıkları komplo teorisi dediğimiz fikirlerini, küçük dünyalarını koruma iç güdüleri çok güçlüydü. Bu gücü üzerimde ispat etme fırsatını da kaçırmamışlardı.

Kılını bile kımıldatmayan dazlaklara dönüp baktım, bana değil doğumu gerçekleşen ışın canavarına bakıyorlardı. Belli ki ayağa kalkmama yardım etmeyeceklerdi. Bugün kısmetim yer seviyesinden açılmış besbelli, parkta, şimdi burada ve gidebilirsem yatağıma kadar sürecekti, acaba bu gece yatağımın pamuklu ketenlerine sarınabilecek miydim?

Talay gelip beni ayağa kaldırdı, bir yandan da “Sana minnet borcum var, sonuçta bu gece tarihe son noktasını senin sayende konduracağım, canım benim” bana bir güzel sarıldı, kanlı yanaklarımdan öptü, demin oturduğu ağır tahta makaraya özenle oturttu “Şovu en iyi yerden seyretmek, en çok senin hakkın” diye de ekledi.

Çaresizce dazlaklara baktım, nihayet kısa, karpuz kafalı olanı benimle göz teması kurdu “Boşuna bir şey yapmamızı bekleme, biz seni yönlendirmekle mükellefiz, buna mukabil sen başarısızlığı huy haline getirmekle mükellefmişsin gibi davrandın, sonuç bu. Talay dediğin insan”, Talay bir miktar geriye çekilmiş, uzaktan bağırarak direktifler vermeye başlamıştı, sanki kalkıp bir şey yapacak halim varmış gibi bir eliyle de omuzumdan tutuyordu.

“Aslında senden önceki kehanet taşıyıcısıydı, kehanet falan diyoruz ama bu senin dilindeki bizim bilimsel yargılarımızı en iyi karşılayan kavram olduğu için kehanet, yoksa ‘senkupu farlan’ kelimesi olayı bilimsel olarak açıklıyor. Talay insanı senden önce He3+He3=H+H+He4+12.9 MeV füzyonunu gerçekleştiren reaktörü teoride planladı, tek sorun dünyada Helyum3 rezervinin sıfıra yakın olması ve projesinin çalışır hale getirmesi için yapması gereken ufak ama can alıcı birkaç ipucundan habersiz oluşuydu. Temiz füzyonla, sonsuza yakın enerjiyi, nadir ya da değil, neredeyse tüm madenleri uğraşmadan elde etmeyi, hatta kirletilmiş dünya doğasını füzyonun atık ışınları sayesinde toptan temizlemeyi, yani dünyayı saba melikesi saflığıyla, düşürüldüğü tahtına tekrar çıkarma işini başarmak üzereydi, olmadı. İnsanlar ona güldü, Ay toprağından yahut Uranüs atmosferinden He3 getirmenin kestirilemez masrafı bir yana, şimdiki düzen tıkır tıkır işlerken, kendi ve dahi birkaç nesil soyları boyunca da bu düzenin sürme ihtimali güçlüyken, neden sonu belirsiz işlere girişsinlerdi, sonraki insanları kurtarmak, neden şimdikilerin işi olsundu?”

Uzun dazlak, yani az sonra adının MirNemir olduğunu öğreneceğim adam “Talay’ın suratına tüm kapılar kapanırken, akademiyada da alaya alınıyordu, patronumuz pembe vatoz bizi gönderene kadar işinden ve çevresinden çoktan dışlanmıştı, projesi için zekasını kullanarak illegal yollara sapmak, gayrı meşru olarak dünyaya getireceği füzyon reaktörüyle kendini meşru sayanların karşısına çıkıp, onların yüzlerini haklılığının füzyon ışınlarıyla kızartmak istiyordu. Bizimle yaptığı doyurucu ama aynı zamanda üzücü konuşmadan sonra iyice ümitsizliğe sürüklendi, ona projesinin çalışır hale gelmeyeceği, eksiklerini tespit için ömrünün yetmeyeceği haberini verdik, ama senin eline verdiğimiz ipin ucunu onun eline vermedik” dedi.

Talay bağırtısını kesip bize döndü, demek bizi dinlemeyi de ihmal etmiyormuş “Öyle mi dersin MirNemir? Beni ümitsizliğe sürükleyen şey projemin başarısız olacağını öğrenmem midir? Yoksa insanın tam olarak ne olduğunu, hangi çamurdan yoğrulduğunu öğrenmem midir? Ümitsizliğimin damarlarında dolaşan insanlığın kibridir. Kendinden başka hiçbir varlığı sevmeyen, önemsemeyen insanlardan, topundan nefret ediyorum. Birini ya da birilerini sevmeleri, hatta onlar için canlarını feda etmeleri bile yine o kibrin, yani id’lerinin ta dibine çöreklenmiş sevilme arzularının eseri değil midir? Oraya gelene kadar, etraflarındaki kendilerinden başka hiçbir canlının aslında zaten önemi yoktur, belki ilerlerken önlerine çıkan tercihler silsilesindeki sönük duraklar olmak dışında. Ben bile, tüm insanlığını iyiliğini güdüyor, onları çağlar boyu boyunduruğunda yaşadıkları enerji denen prangadan kurtarıp daha önemli üstel ihtiyaç ve duyulara doğru yöneleceklerini umarak, bundaki payımı gözümde parlatarak, yüreğimde kibrinden tutuşan, kor kor yanan ‘kendini sev’ levhasını tavlayıp dövmüyor muydum? Vurduğum her bir çekiç darbesiyle, yani ettiğim koca koca kelimeleri sırtlanmış laf yüküyle, insanları kendi iyiliklerine çağırırken asıl kendime çağırmıyor muydum? Ahhh anladım ve aydınlandım nihayet, AlDun’lar bu gezegeni buldukları gibi bırakmalıydılar, hasbelkader sürüklenip düşmüş bir RNA parçasının yeşerip krizantem çiçekleri açacağını sanıyorlardı ama bak; ceset kokan dev Titan Arum[8] çiçekleri dünyayı sardı, isimleri de insandı. Bugün hasat zamanı, AlDun jeomakinasını uzaktan enerjilendirerek çalıştıran uydularını yok edeceğim, dünya manyetik alanından yoksun kalınca, güneş rüzgarları Taraxacum officinale[9] çiçeği tohumlarını üfler gibi dünya atmosferini üfleyip yok edecek, yine o eski mutlu arkeabakteriolojik[10] günlere dönülecek. Mutluluk.”

İçimden “Hay senin şekspiryen tiradına sıçam” diye geçirdim, ben burada kan kaybından gidecekken adamın derdine bak. Kısa kısa nefesler alıyor, elimi cansız hareketlerle yardım istemek için kımıldatmaya uğraşıyordum ki Serelop yanıma geldi, onun adı da buymuş, yaralarıma garip kokan, bilmediğim türden gazını püskürtürken bu bilgiyi verdi. İlginç şekilde gazı ağzından püskürtüyordu. O ara Talay arkadan “Hah ha senide simbiyotik vücutlarıyla sarıyorlar ha” dedi. Kafa kısmımdaki yaralarım çarçabuk iyileştiğinden lafa yetiştim “Simbiyotik ne ki? Basbayağı adamlar işte, yanii gazlarını götlerinden değil ağızlarında çıkarıyorlar, lakin bunlar yabancı yaşam formları, o kadar olsun artık”, Talay yine güldü.

MirNemir uzun trençkotunun önünü yavaş hareketlerle açtı. Trençkotun altında başka giysi bulunmuyordu, gövde kısmında iki kolun omuz hizasından itibaren şeffaf bir bölme vardı, klasik insan vücudu formunda, kalçaların başlangıç hizasına kadar bu şeffaflık devam ediyor oradan aşağısı insan teni gibiydi, normal fizyoloji bir tek kasık arasında bozuluyordu, ne bir penis nede vajina vardı, dümdüzdü. Buna hayret etmezdim ama şeffaf bölmede kıvrıla, süzüle dolanan, ara sıra parlak sarı ışıklar yayan, altı gözlü balığa benzer yaratığı görmeseydim.

Hafif bir çığlık atıp geri çekildim. Şeffaf kısımdaki canlı şimdi hem zarif hareketlerle yüzüyor hem de her bir gözüyle farklı yerlere bakıyordu, sağ alt gözü hep bendeydi. Kıvrımları oldukça hoş olan balık, bana garip şekilde çekici gelmişti, bir balığı cinsel olarak çekici bulacağımı hiç düşünmezdim. Vücudunun neredeyse her yerinden ince tüysü yüzgeçler çıkıyor, bu yüzgeçler gökkuşağı renklerinde parıldayarak sürekli yenilenen renk karışımlarıyla dalgalanıyordu, gövdenin ortasından kıvrımlı, dokuz tane küçük uzantı salınıyordu, ahtapot kolları gibiydiler.

“Adım MirNemir, simbiyotiğimin yani beni karasal gezegenlerde hareket etme özgürlüğüne kavuşturan Vudanlı’nın ismi Mir. Simbiyotizmimiz onun gezegeninde katman kazanması, ki buna bir tür zenginlik diyelim, ayrıntısı uzun, benim ise ana gezegenim dışında patronumuz pembe vatoz için iş görmeme dayanıyor, alışverişin bu kısmı kendi gezegenimde ki yararlı derinlik giriş izinlerini almam için gereken refere izni sağlıyor, inancımıza göre de ek bir rütbe almak cabası. Görüyorum ki bunca şaşıracak şeyin içinde bi kasık arasından, bide benden gözünü ayıramıyorsun, ah bu insanların cinsi düşkünlükleri. Ben hermafroditim, Mir ise beş eşli üreme sistemine dahil olan dördüncü cinsiyete sahip bir canlı.”

Ağzımdan ince bir “Ney” sesi çıktı, “Evet, beş eşey gerektiren biraz karmaşık bir üreme sistemleri var ve üreyen nesiller çok farklı formlara sahipler, düşünebiliyor musun bu sistem başta üçlü iken, sonradan katılan iki diğer yabancı gezegen kaynaklı yaşam formuyla beş eşli sisteme evrilmişler.”

Kafam patlamak üzereydi, işin en başında hadi uzaylı, dünyayı kurtarma/kurtaramama görevi filan, bu sınırlı bilgiyle, olur mu olur modundaydım, lakin bu akşam, bu mekânın içinde, kulaklarım ayrı, beynim ayrı yerlere başını alıp gitmek istiyordu. Duyduklarımı boy sırasına koymak, üstüne bir de onlara inanmak kabil değildi.

Serelop’a dönüp “Ya sen” demeye kalmadan o da bir hevesle soyundu, yine aynı manzarayla karşılaştım, yalnız bunun şeffaf bölmesinde şişmanca ve çirkin yılan balığına benzer bir şey dolanıyordu, bir sürü küçük ele benzeyen dokunacı vücudu boyunca bir uzayıp bir kısalarak, sanki içinde olduğu sıvıya tutuna tutuna yüzüyormuş havası veriyordu. Vudanlının tıknaz vücudu, trençkot altında gizlenen bölümünde bir yığın çıkıntı ve çukurluklarla diğerinden bayağı farklı bir yapıdaydı. Vudanlı iki elini yukarı kaldırıp başının arkasına götürdü, orada küçük bir hareketle kafasını kaplayan yüzü ve saçlı kısmı arkadan öne doğru sürgülü dolap kapağı gibi suratının ortasında birleştirdi. Altta metalik bir çerçeve vardı, besbelli yüz ve saç kısmını tutuyordu, boynundan yukarı doğru bir sürü dik, keskin, diken gibi uzantı çıkıyordu, kimi renkli, kimi desenli bu uzantılarda da delikler ve daha minik kıvrımlı uzantılar vardı. Bu manzara karşısında nefesim iyice kesildi, ümüğümden aşağı kayıp gitti.

Çaresizce Talay’a döndüm, Talay’da tam o sırada üzerindeki mavi gömleğin kollarını kıvırmakla meşguldü, irkilerek “Allah’ını seven soyunmasın, dayanacak gücüm kalmadı artık!”. Talay yine kahkahalara boğulmuştu, şaka maka bu gece iyi eğleniyordu.

MirNemir “Talay’la uzun sohbetler yaparak şimdiki gibi bir çılgınlığa kalkışmaması için çok çabaladık ama olmadı, o bizden gereğinden fazla şey öğrendi ama biz ona insanı yok etmek uğruna gezegendeki canlılığın yüzde doksan dokuzunu yok etmenin akıllıca ya da adil bir seçim olmadığını öğretemedik. Sonuç ortada”, şimdi herkes giyinmişken hızla oturduğum tahta makaranın üstüne çıkıp önümde durmuş, İşin Aslı gurubuna komut yağdıran Talay’ın tam ensesine bir tekme attım, bilincini, şanslıysam hayatını yitirmesini umdum.

Aşağı zıplayıp, içeri ilk girdiğimde  dikkatimi çeken duvara dayalı uzun ve ağır İngiliz anahtarını kaptığım gibi, arı misali dünyanın sonu makinesini sarmış guruba doğru atıldım, önüme geleni deviriyordum, izbandutlar ellerine geçirdikleri metal parçalarla bana saldırdılar, fakat dev antreye yayılan makine yığınında epey kovalamacadan sonra ikisini de bertaraf etmeyi başardım, gerektiğinde damarlarımda akan cesaret ve korkunun koyu nefti akışının, bir kıvılcımla alev alev yanan deliliğe dönüşmesi bu mücadelede de çok işime yaramıştı. Uzaylıların yanına döndüğümde hâlâ en ince kılcal damarlarıma kadar işlemiş adrenalinin etkisi altındaydım, titriyordum. Yüzüm, gözüm, elbiselerim, elimde tuttuğum İngiliz anahtarı tamamen kanla kaplanmıştı.

Boştaki elimin tersiyle ağzımla burnumun arasına denk gelen yeri sildim, yine de dudaklarımın kenarından ağzıma sızan yabancı kanların tadını alabiliyordum. “Nasılda sikip attım hepsini, gördünüz mü? İşte böyle sikerler, aptallar sürüsü, size mi kaldı dünyaya nizam vermek, hele de şu yerde yatan hırbonun yalanlarına kanıvermeleri, safi zararına oksijen yaktıklarına kanıt. Süne[11] zararlısı gibi imha edilmeleri şarttı”.

Serelop, ifadesizce arkamdaki manzaraya baktı, sonra suratını ekşiterek tiksinç hale getirdi “Kapıda sorun yaşamamak için silahlarıyla gelmemeleri onlar için iyi olmadı, Talay’ı baştan imha etmen akıllıcaydı, en tehlikeli silahı boynunun üzerinde taşıyan kişiydi”. Ben gurur içinde sanki ayaklarımın ucuna doğru yükselirken aynı anda MirNemir elini yukarı kaldırıp, bir ünleme sığacak kadar pes bir çığlık attı, ama gerisi gelmedi, çünkü o an kafamın ışıkları söndürülmüş, iç ampulüm patlatılmıştı.

Gözlerimi ağrılı ağrılı araladım, kafamın arkasında biraz ıslaklık hissediyordum, muhtemelen kanıyor diye düşündüm, sadece kafa derimin kesisinden ibaret bir kanama olmasını umarak etrafa baktım, kahrolası gözlerim kararıyor, kafatasımın içinde iki iri balyoz birbirine vurur gibi oluyordu. Talay’ın neşeli kahkahalarına uyanmak mı kötüydü, kahkahasının tizleşerek en kral tenorları ağlatacak denli zirvelenmesiyle zonklayan beynimi delip geçmesine mi, karar veremiyordum. Ellerim bağlıydı, sırtımı duvara dayatmıştı, oturur haldeydim, yanı başımda mal gibi dinelip duran Serelop ve MirNemir sessizce Talay’ı seyrediyorlardı. Bu süreçte hevesle önlerini açıp ziynetlerini göstermekten başka bir halt yapmayan ikiliye hınçla baktım, konuşmaktan başka numaraları yoktu, vardıysa da yoktu.

Talay bir tür histeri nöbetine tutulmuş gibiydi, kahkahalar atıyor, kendi kendine bağıra çağıra konuşuyor, kan gölleri içinde yatan cesetlerin üzerinden atlayarak makineyi işler hale getirmeye uğraşıyordu.

Serelop’a seslendim, “Madem dünyanın sonu kaçınılmaz, neden zamanında gerekli ipucunu bu herife vermediniz? Beni katil olmak zorunda bıraktınız?”, Serelop bana bakmadan “Bence katil olmak zorunda kalmadın, performansına bakarsak, sen fırsatını bulamamış bir katildin zaten, bunun sadece zaman meselesi olduğunu bu gece öğrendik. Talay’a gereken ipucunu vermemizi pembe vatoz istemedi, Exocoetidae[12]’nin ikinci zıplamasını beklemek istedi”, “İki mi? Ne ikisi, üç olacak o, bide tabi zıplayanın uçan balık değil çekirge olması lazım. Bu arada füzyonu bulan ikinci biri mi vardı?” Serelop şimdi bana bakarak “Sizin din dediğiniz şeye benzer bir inanma sistemimiz var, ama inandığımız şey bir tür olasılık matematiği tanrısı gibi bir şey, çok karmaşık kurallar ve formülasyolardan oluşan bir din, ayrıntıda boğulmadan söyleyeyim, biz ikinci şanslara inanırız. Ve bizde çekirge yok, sadece sudan ibaret gezegenimizde zıplama şerefi Exocoetidae’nindir”.

Karşımda cereyan eden temizce delirme sahnesinden sıkıldığım için kafamda takılıp kalan sorularıma da cevap almak istedim, bu gecenin sonu şafağa değil daha da karanlığa doğru akmaktayken ve belki de ölüme birkaç adımım kalmışken, cevaplarımı yanıma almalıydım, öbür taraf diye bir şey yoktu belki ama benim sonsuz bir merakım vardı, son ana kadar doyurulması gereken.

“Eee, bu AlDun’lar kim? Jeomakina nedir, niye kendileri gelmeyip adam tutuyorlar ki?”, bu sefer MirNemir cevap verdi “AlDun’lar bizimle aynı referans enerji boyutunda değiller, farklı bir enerji seviyesindeler, yani bildiğin türden canlılar değiller, hatta canlıda değiller, bizimle aynı evreni paylaşmak dışında ortak noktamız pek yok. Fakat evrende yeşeren organik organizasyonları destekleyen, onlara ilgi duyan bir fraksiyonları var, sizin dilinize hayatı koruma vakfı diye aktarıyoruz ama anlamı daha başka, hayat onlar için anlamsız, anlamlı olan biz canlıların enerji katmanlarında yarattığımız dalgalanmalar, bir gün bu dalgalanışın onların katına kadar varacağını umarak bu türden kımıldanmalara ilgi gösteriyor, eğer zayıfsalar destek oluyorlar. Tabi bunu bildik madde evreninde yapamadıkları için iletişime geçebildikleri canlılardan yardım alıyorlar. Pembe vatoz bu türden iletişim kurabilen nadir bir ırka mensup, yardım ediyor, karşılığını alıyor, işler tıkırında yürüyor”.

Nefes almasına fırsat vermeden soracaktım ki lafı sürdürdü, demek nefesle işi yoktu “Jeomakine bizim gezegende yapıldı, AlDun’lar adına Vudan’lılarca dünyanın dış çekirdeğine yerleştirildi, magma konveksiyonunu ve rotasyonunu temin ederek dünyanın kendi manyetik alanına sahip olmasına yardım ediyor, levha tektoniğini meydana getiriyor, jeolojik ve iklim devinimi sayesinde dünya ekosisteminin değişimini, çeşitli durumlara göre sürekli evrimleşmesini, gelişmesini sağlıyor. AlDun’lar, bilinen evren boyunca titreşip zayıf kalmış, serpilmekte zorlanan canlılığı araştırıyor, rastladıklarını geliştirmek için birkaç müdahale yapıp kendi yollarına gidiyorlar. Normalde yapmadıkları tarzda, yeterince evrilmiş durumdaki canlılığa müdahale etmelerinin sebebini bir tek pembe vatoz biliyor, biz cesaret edip ona soramayız, görürsen sen sorarsın, insanlığın küstah ve kör cesareti sende şahikalanmış zaten. Talay, jeomakinaya enerji sağlayan, dünyanın jeosenkron[13] yörüngesine sabitlediğimiz enerji uydusunu yok etmek istiyor. Jeomakinanın çalışma şartlarını düşünürsen eğer, enerji kaynağını yanına koyamayacağımızı da kolayca kavrarsın”.

“Beni yeniden iyileştirmeyecek misiniz?”, Serelop başını iki yana sallayarak “Hayır, ilk seferinde konuşarak ikna gücünü kullan diye sana yardım ettik, sense gücünü kanlarını akıtmaya harcadın”. “Şu pembe vatozun iş yaptırdığı adamları siz değil ben olmalıymışım, inisiyatif almaktan haberiniz bile yok”, “Asıl senin emre itaat etmekten haberin yok”, sesim giderek zayıfladı ama yine de “Pembe vatoz için çalışmak isterdim, şu an da bir başkası için ilginç işler kovalıyorum, neden intergalaktik boyutta işler kovalamayayım ki?”, “Bu bir teklif sanırım?”. Hevesle “Belki, şartlar nedir?”. İlk defa MirNemir’in kıkırdamayla ya da ona benzer hastalıklı hırıldama arasında ki gülüşüne tanık oldum, demek gülme davranışını gerçekleştirebiliyorlardı, ya da küfür mü etmişti? “Pembe vatozun aldığı işler senin zayıf yeteneklerini aşar”.

Talay hızlı hızlı yanıma geldi, beni ağır bir çuval gibi ayağa kaldırdı, bir omuzuyla destek vererek makinaya doğru sürüklemeye başladı, “Bu şeref sana ait, senin sayende, insanlığın fişini sen çekmelisin”, “Beni bırak manyak herif, basit bir uydu patlatma işi için illa füzyon reaktörü mü lazımdı, lazerine buranın reaktörü yetmiyor muydu?”, beni biraz sarsıp canımı yakarak “Sıradan bir uydu değil, mesafe ve koruma kalkanlarını hesaba katarsak terrahertz lazerinin bir dakika boyunca ateşlenmesi lazım, bunu sağlamak için ülkenin tüm elektrik kaynaklarını saatlerce sadece buraya yönlendirsem, ki bu teknik olarak imkansız, yine yetmez. Tüm ihtiyacımı görece küçük alanda ancak füzyon reaktörü sağlayabilirdi ve tataaa, sen bu noktada devreye girdin. MirNemir ve konuşmaya fazla hevesli Serelop beni senden haberdar etmeselerdi bunu başaramazdım. Bakma kabak kafamın altında bir cevher var, kıymeti bilinmedik. Masanda o görev emrini bulman, o gece yaşadıkların, ta bugüne kadar olan her şey hesabımın, planlarımın parçasıydı, bana yardım edecek yarım akıllıları bulmak ise tam bir çocuk oyuncağıydı”.

Makinanın yanına geldik, bağlı ellerimi mor renkli küçük bir düğmeye bastırttı, ince bir bip sesi çıktı, lazer azıcık vınladı, ama beklediğim büyük, gürültülü, cafcaflı çalışma, gökyüzünde dev bir patlama gibi şeyler yaşanmadı, bir dakikadan biraz fazla süre elimi düğmenin üzerinde zorla tuttu, o sırada lazer görünmez ışınlarını göğe saldı, nereyi hedeflediğini göremiyordum. İşin bitip, bitmediğini daha önce görmediğim türden bir radar ekranından takip eden Talay birden elimi düğmeden çektirdi, sevinçle boynuma sarıldı, “Başardık kardeşim”, ben bağlı ellerimle hafifçe onu ittirmeye çalışarak “Bana kardeşim deme Allah’ın delisi, insanları atmosferlerinden mahrum ettiğini sanıyorsun ama günümüz teknolojisiyle kolayca aşılacak bir şey bu, güneş rüzgarlarının dünyanın atmosferini süpürmesi yüzyıllar sürecek, ama dünyanın manyetik alanını gözlemleyen uydular anında insanları bundan haberdar edecek. Dünyanın 0,3 teslalık manyetik alanının, en dandik MR cihazında bile birkaç tesla üreten insanlık tarafından yapay olarak yerine konamayacağını mı sanıyorsun? Dünyanın Lagrange[14] noktalarına yerleştirilecek yüksek güçlü manyetik jeneratörler manyetosfer kalkanımızı tekrar üzerimize örtecektir. Mars’ın terraformlaştırılması[15] için böyle bir planlar çoktan hazır, biraz değiştirip dünyaya uygulamak çok kolay. Kendini akıllı sanıyorsun ama deliliğin seni köreltip aptallığa sürüklemiş”.

Talay durup yüzüme baktı “Öyle mi dersin? Levha tektoniğini de durdurduğumun farkında değilsin sanırım, bunun yaratacağı felaketlerin. Manyetosferin gücü düşük belki ama, dünya yüzeyi boyunca şiddetini göz ardı ediyorsun, fazla bilim kurgu okuyorsun dostum”, sinirli bir kahkaha patlattı “Sen öyle san, simbiyotikler AlDun’ların buna izin vermeyeceğini söylüyor, buna ne dersin?”, Talay soluk almadan cevabını yapıştırdı “Göreceğiz”.

Beni tekrar simbiyotiklere doğru sürüklemeye başladı “İnsanlar senin fikrini kabul etmedi, seninle alay etti diye, kendin dahil insanlığı toptan yok oluşa sürüklemeye nasıl cüret ediyorsun, deliğin de bir sınırı var, ama sen bir insanın delirme sınırlarını da aşmışsın, sahiden sen insan mısın?”, sorumun karşılığında, suratındaki neşeye karşın, gözlerinden bir anlık bir tereddüdün akıp geçtiğini fark ettim.

Yine durduk, bu sefer suratını neredeyse suratıma dayadı, hırıltılı bir tıslamayla, kelimeler dişlerinin arasından ıslık çalarak çıkıyordu “İnsanlardan nefret ediyorum anlıyor musun, belki de ilk aklım erdiğinden beri nefret ediyordum ama bunu fark etmem sonsuz aptallıklarına, sonu görünmez cahillik okyanuslarında çırpınmalarına tekrar ve tekrar şahit olmamla kafama dank etti. İnsanlar çekilmez yaratıklar, artık onları her an yanımda, yöremde görmekten iğreniyorum, metroda, otobüs duraklarında, lokantada yahut kalabalık bir kaldırımda, her an bencilliklerine, ikiyüzlü yılışıklıklarına, aptalca hareketlerine şahit olmaktan, bunlara katlanmak zorunda kalmaktan nefret ediyorum. Çekilmez yaratıklarız biz, dünyanın canına okuyan, dünya üzerinde yaşayan en küçük virüsünden balinasına, mantarından kilometre karelik titrek kavaklarına kadar canlı namına ne kadar varlık varsa bizim gadrimiz altında. Rahat rahat ölüp kurtulmaları bile imkânsız, illa bir işkencemiz, illa bir haksızlığımızdan paylarını almadan gidemiyorlar. Adaletsiz, acımasız, her an birbirini ipe sapa gelmez fikirler, tutkular uğruna yok etme potansiyelindeki insanlığı yeryüzünden siliyorum, dünya üzerindeki diğer canlıları da siliyorum, canlılığı ilksel çorbadaki bilinçsizliğe kadar indirgeyeceğim. Belki yeni bir başlangıçta, hayat çok daha farklı şekillenir ve umarım bu sefer insan denilen yaratık evrimleşemeden çöp genler arasında boğulup gider”.

Biraz abartmış olmasına rağmen ona katıldığım noktalar vardı, insanın kendinden kusurlu oluşu, evriminin mental olarak onu vahşilikten ayıramamış olması konuları doğruydu, şehirler de bir tür vahşi cangıl sayılırdı. Lakin tüm canlılara aynı cezayı kesmek yerine başka çözümler düşünülemez miydi? Mesela insanların dünyadan sürgünü, transhümanizmayla insanlığı ayıklanıp dünyanın çekeceği sıklete getirmek yahut insan bilincini makinalara aktararak maddi evrenden ayırıp, sonsuzluğa yelken açtırmak gibi seçenekler vardı, yani bana sorulsa çözümlerim bunlar olurdu.

Alındığım yere sümük gibi yapıştırılınca kafamı zemine çarpmamla şu ışıltılı kelime kafamda parıldadı “Seçilim”, canlılığı kendi meydana getirmeyen birinin bunu yok etmeye ne hakkı vardı, ortada irade yoktu ki seçim hakkı da olsundu. Canlılar ya da insanlar dünyada olmayı seçmemişti, şu an gerçekleşen sadece bir seçilim süreciydi, ezelde böyleydi muhtemel ebedde de böyle olacaktı. Talay seçilime müdahale ediyordu, doğal görünmeyen doğal akışı kesip atıyordu. Onu durduramamış, hatta bir an ona kapılmıştım bile, şimdi felaketlere sürüklenecek zavallı dünyanın üzerinde boynum gerçeğe karşı bükülmüştü.

MirNemir, cebinden altıgen formunda bir cihaz çıkardı, elini üzerinde gezdirdi, sonra suratına doğru tuttu, bu koşullarda gül cemalini seyre dalışını garip karşıladım, Serelop’a dönüp “Angutlar sizi, bir uyduyu saklayamadınız şu deliden, görünmezlik için kuantum kırınımı mı kullanıyordunuz? Daha sofistike bir şeyler mi? Bunca zamandır biz fark etmedik ama bu adam yerini kolayca buldu”. “Yoo, oda bulamazdı, biz bir ara koordinatından bahsetmiştik, hem zaten görünmezlik için pek çaba sarf edilmemişti, arkasındaki görüntüyü ön tarafında gezinen yüzer ekrana yansıtmak yetmişti, tabi ekran infrared, radyo ve her ihtimale karşı birkaç elektromanyetik spektrum bandında daha görüntüleri de yansıttığı için epey iş görüyordu. Talay bizi dinleyeceğini, füzyon fikrinden vazgeçeceğini söyledi, bir tek şartı vardı, onun bilme aşkına karşılık vermemiz. Bizde ne sorduysa bildiğimiz kadar anlattık, zaten çoğu bilgi asla işine yaramayacak cinstendi”.

“Höh, püfff, bir insana güvenmek mi, siz aklınızı peynir ekmekle mi yediniz? Tabi akıl derken, kime göre, neye göre akıl. Bizden katbekat gelişkin biliminizle imal ettiğiniz uyduyu, en dandik maker’ın bile imal edebileceği bir teknolojiyle korumak, aklın tanımının neresinde kalır bilmem”.

Serelop kısadan kestirip attı “E sizde tam elli yıl önce aya insan indirdiniz, ama ısınmak için hâlen ufo sobası kullanıyorsunuz. Bazen sizin değiminizle ‘Entia non sunt multiplicanda praeter necessitatem[16]’ yoluna gitmek gerekir, Occam’ın[17] usturasını en basit yolu bulmak için giriftleri kesip atmakta kullanmak, maliyetten kaçmak, aynı sonuca götürüyorsa birden çok yolun kolay olanını seçmek evrensel bir kural”.

Sessizce neler olabileceğini düşünmeye başladım, kafamdaki kanama durmuştu, demek kafatasım özdeki pekmezine kadar delinmemişti, fakat halim hal değildi, belli ki simbiyotikler sıvışacaktı, bende bu deliyle mi kalacaktım? Yoksa her şeyi benim üzerime mi yıkacaktı? Hayır hayır, aklının derin vadileri histeriyle, narsizmin koyu gölgelerinin birbirine karıştığı bu yarı deli, yarı sosyopat dünyanın çarkına tükürme şerefini bana bırakmazdı, peki ne yapardı?

Az sonra yanımıza gelince ne yapacağını anladım. Beni bıraktıktan sonra füzyon reaktörünü kendiyle birlikte tüm reaktör binasını yok edecek şekilde ayarlamış, bunu transdüser de çevrim darboğazı yaratarak yapacakmış. Ne güzel, bu gece talep ettiğim ya da etmediğim tüm bilgilere zahmetsizce kavuşuyordum, bide sonunda ölmek olmasa. Talay beni burada bırakacağını söyledi, eserimle beraber yakılmam benim için en iyi son olurmuş.

Ne düşüneceğimi bilmiyordum, şimdi şimdi içimi bir hüzün ve merhamet duygusu kaplamıştı, vicdanım sızlıyordu, tüm canlılığın canının pahası altında eziliyordum. Gözlerim nemlendi, insanlar sonsuz kötülüğü taşıyan yaratıklar değillerdi, duygularımız vardı, çok da işe yaramayan, ama vardı.

Bir an sonra MirNemir elindeki aleti suratından çekip “Pembe vatoz Murat’ı da yanınıza alıp dönün emri verdi, onun için bir planı varmış”, o an nasıl sevindim, nasıl havalara uçasım geldi anlatamam, bir saniye önce kederlere gark olan ben, şimdi önümde açılan kapının eşiğinde durmuş, sevincin omuzlarına tırmanıyordum.

Talay omuz silkti, “Ben gidiyorum, işim bitti, ne haliniz varsa görün” dedi ve arkasını dönüp gitti. Arkadaki füzyon reaktörünün giderek hızlanan çevriminden kaynaklanan mavi ışıklar Talay’ın kel kafasında harelenerek saçılıyordu, istemsizce güldüm. MirNemir, Serelop ve beni iki eliyle kendine çekti, moda parkında kafama indirdiği sopayı çıkarıp tepemizde tuttu, sonra çubuğun altında bir noktaya temas etti ve puff, dünyadaki hayatım son buldu.

SON

*  Hikâye, tamamen hayal ürünü kurgulardan ibarettir, gerçek kişi ya da kurumlarla hiçbir ilgisi yoktur.

26 Mayıs-16 Temmuz 2019                                         Faruk Korkmaz

[1] Tokamak plazmayı hapsetmek için toroidal manyetik alan üreten bir makinedir. Manyetik hapsetme yapan cihaz türlerinden bir tanesi olup füzyon enerjisi üretmeye güçlü bir adaydır.

[2] Stellaratör olarak bilinen ve etrafındaki manyetik alanları bükerek, plazmayı sınırlandırmak için bükülmüş bir çörek gibi şekillendirilen bir tür füzyon reaktörüdür.

[3] Kadınlar

[4] Erkekler

[5] İskambil kartlarının her birinin bir anlamı ve hikayesi vardır.

[6] İki canlının tek bir organizma gibi birbirleriyle yardımlaşarak bir arada yaşamaları.

[7] Çeşitli enerji türlerini birbirine dönüştüren cihazlar.

[8] Ceset çiçeği, Sumatra adası kökenli, dünyanın en kötü kokan çiçeği.

[9] Karahindiba çiçeği, tohumları küresel dizilimlidir, üflenince kolayca uçar.

[10] Aşırı koşullara çok dayanıklı bakteri ailesi.

[11] Hububatın kalitesinde ve veriminde kayba yol açan bir tür böcek.

[12] Uçan balık ailesinin genel adı.

[13]Bir jeosenkronik uydu, gezegenin kendi ekseni etrafında döndüğü aynı hızla gezegenin etrafında döner.

[14] Gök mekaniğinde, Lagrange noktaları ortak kütle merkezi etrafında dönen, biri genellikle diğerinden çok daha küçük, iki kütlenin yarattığı potansiyelin denge noktalarıdır.

[15] Yaşanabilir gezegene dönüştürme işlemi.

[16] Zorunlu olmadıkça varlıkları çoğaltmamak gerekir.

[17] Occam’lı  William 1280 – 1349 yılları arasında yaşamış bir İngiliz filozof.

Oy kullanabilmek için giriş yapmalısın. Eğer üyeliğin yoksa buradan kayıt olabilirsin.

Hızlı Yazı Geri Bildirim Tablosu

İkonların üstüne getirerek anlamlarına bakabilir,tıklayarak geri bildirimde bulunabilirsiniz.Ayrıntılı açıklama için "Sembol Kütüphanesine" başvurun.Verilen puanlar geri alınamamaktadır.

  • Hikaye Temposu Düşük
    Hikaye Temposu Düşük
  • Yavaşla Biraz Dostum!
    Yavaşla Biraz Dostum!
  • Anlaşılması/Takip Etmesi Zor
    Anlaşılması/Takip Etmesi Zor
  • Hikaye fikir için fazla kısa
    Hikaye fikir için fazla kısa
  • Hikaye fikir için fazla uzun
    Hikaye fikir için fazla uzun
  • Tam zamanında!
    Tam zamanında!
  • Mantık hataları ve Tutarsızlıklar
    Mantık hataları ve Tutarsızlıklar
  • Detay Eksikliği
    Detay Eksikliği
  • Detay Fazlalığı
    Detay Fazlalığı
  • Güzel Ayrıntılar
    Güzel Ayrıntılar
  • Güzel fikir ama uygulama daha iyi olabilir!
    Güzel fikir ama uygulama daha iyi olabilir!
  • Ortalam fikir ama iyi uygulama!
    Ortalam fikir ama iyi uygulama!
  • Bıçak gibi keskin uygulama
    Bıçak gibi keskin uygulama
  • İyi dilbilgisi ve imla kullanım.
    İyi dilbilgisi ve imla kullanım.
  • Komik!
    Komik!
  • Güçlü Sembolizim
    Güçlü Sembolizim
  • Kör gözüne parmak
    Kör gözüne parmak
  • Gönderme Bağımlısı
    Gönderme Bağımlısı
  • Sağlam Kökler
    Sağlam Kökler
  • Zamansız
    Zamansız
  • Teknoloji Açıklama Kitapçığı
    Teknoloji Açıklama Kitapçığı
  • Derin ve Canlı Karakterler
    Derin ve Canlı Karakterler
  • Tek Boyutlu karakterler
    Tek Boyutlu karakterler
  • Stereotip Karakterler
    Stereotip Karakterler
  • Seçilmiş Kişi Sendromu
    Seçilmiş Kişi Sendromu
  • Karakterin motivasyonu/hareketleri/arka hikayesi uyumsuz
    Karakterin motivasyonu/hareketleri/arka hikayesi uyumsuz
  • Hikaye Sıkıcı ve Sıradan
    Hikaye Sıkıcı ve Sıradan
  • İlham verici
    İlham verici
  • Taze Fikir!
    Taze Fikir!
  • Sürükleyici!
    Sürükleyici!
  • Mükemmel bir Yolculuk
    Mükemmel bir Yolculuk
  • Fazla Düz Anlatım!
    Fazla Düz Anlatım!
  • Yaşanabilir Atmosfer!
    Yaşanabilir Atmosfer!
  • Bu Gezegende Yaşam Yok!
    Bu Gezegende Yaşam Yok!
  • Enteresan Burgular/Ayak oyunları
    Enteresan Burgular/Ayak oyunları
  • Fazla Tahmin Edilebilir
    Fazla Tahmin Edilebilir
  • Seri Üretim
    Seri Üretim
  • Tanrının Eli!  Deus Ex Machina
    Tanrının Eli! Deus Ex Machina
  • Umut Vadediyor
    Umut Vadediyor
  • Başyapıt!
    Başyapıt!
  • Kötü Fikir
    Kötü Fikir
  • Yakıt/Fikir Az
    Yakıt/Fikir Az
Sıradan hayatıma dair anlatacak çok bir şey yok, fakat kafamın içinde nefes alan, yüreği fırtınalarla çarpılan hayali evrene dair çok şey var. İşte bende okuyan, yazan, merak eden, en önemlisi hayal kuran bir fani olarak aranızda yaşayıp gidiyorum. http://forum.kayiprihtim.com/users/foton

4 Comments

  1. Reply

    Bu hikayeyi diğer hikayeden daha çok beğendim.Verdiğim zamana(uff 28dk ) daha çok değdi doğrusu.Ayrıntıya verilen önem çok güzel.Konuşmaları ve diyalogları da beğendim.Fakat bir nükleer fizikçinin ağzının bu kadar bozuk olması kafamda çok oturmadı.Belki hikaye biraz daha kısa olabilirdi.Ama okumakta zevk aldım,teşekkürler.Güzel hikayelerinin devamını diliyorum :).

    • Reply

      Teşekkürler yorumladığınız için. Devamı gelecek ama ne zaman ben de bilmiyorum 🙂

  2. Reply

    Elinize sağlık. 🙂 Beklediğimden güzel bir yolculuktu…

    Ancak seçilen sözcükler eğrelti duruyordu. Burak Bey’in dediği gibi ağzı bozuktu ve ben daha zeki sözler duymak isterdim.

    Yani ağzı bozuk olmaktan ziyade hazır cevaplarla ve takıp takıştırdığı sözlerle zeki olduğunu göstermeliydi.

    Örneğin “kodes” sözcüğü bence bize ait değil ve gerçekten dışarda kaç kişi kodes der? Bunun gibi ve biraz da kısa olmasını isterdim.

    Kolaylıklar dilerim. 🙂

    • Reply

      Yorumlarınız için çok teşekkürler. Karakterin sahiciliğinin sağlanması hususunda size katılıyorum, daha çok hikayenin ana buluşu üzerine yoğunlaşmış olmam buna sebep olmuş olabilir. Karakter inşası hikayenin akışını sarmalı bana kalırsada. Tekrar teşekkürler, esen kalın efendim.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

You may use these <abbr title="HyperText Markup Language">HTML</abbr> tags and attributes: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.