Mabet
Yağmur Sinop Ulusal Atama merkezinin üst katındaki camı dövüyordu. Sıla iş yerine geleli çok olmamıştı. Yağmurluğunu sandalyesinin kenarına bıraktı. Beş yıl önce doğa yürüyüşleri için aldığı bu dağcı montunu hiç bu sebeple kullanmamıştı. Ama Sinop’un yağmurlu ikliminde de işini görüyordu.
Salı sabahı erken saatlerdi. Masasındaki işler onu bekliyordu. Kırklarına gelen kadın bu sabah saçlarını bile tarıyacak motivasyonu zor bulmuştu. Merkezi yönetimden sorumlu olsa da merkezde yönetilecek çok da bir şey yoktu. Topu topu temizlikçiler ve bina görevlileriyle birlikte yedi kişilik bir ekibi vardı. Modern akıllı mimariye sahip bina o kadar iyi işliyordu ki bazen Sıla Karadeniz Teknik Üniversitesindeki eski fakültesinde akan tavanı özler oluyordu. Eğer dedikoduyu sevmiyorsanız ve hayata karışma yeteneğiniz çok da yok ise burada sosyal olarak tutunmanız zordu. Öte yandan kesinlikle araştırma yapabileceğiniz sakin bir ortamı sağlıyordu. Son on yılda bu durum Sıla’yı pek etkilememiş, bazı çalışma arkadaşları gelip giderken o hep Ulusal Atam merkezinin sakin ve güvenilir demirbaşlarından sayılmıştı. Bu yüzden otuz dokuz gibi genç bir yaşına rağmen bu tip küçük de olsa bir ulusal araştırma merkezinin başına getirilmişti.
Merkez belki mekan ve personel sayısı olarak küçük sayılabilirdi ama onbeş yıl önce gerçekleştirilen devrimde büyük bir ayağı oluşturmuştu. İşsizliğin artığı, adam kayırma ve particiliğin kol gezdiği yıllar kimse bu işten bir çıkış görememişti. Taki herkesin birbirinin kurdu olduğu bir ortamda genç bir politikacının yıldızı parlayana dek. Teknokratik bir yaklaşım ile daha fazla üretime değil bu sefer politika ve toplumda adil kaynak dağıtımı konularında çözümler getirmiş, kısa sürede destek kazanmıştı. Umutsuz buhran içerisindeki parçalanmış bir toplum genç politikacının fersah fersah ilerici fikirleri için tutuculuklarından vazgeçmiş, ona deneysel fikirlerini uygulamak için konfor alanlarının dışına çıkmıştı.
O sıralarda universitede istatistik konusundan genç bir asistan olan Sıla birden kendini bu politik dalganın üstünde sörf yaparken bulmuştu. Eşit iş, düzgün bir dağılım ve en önemlisi adam kayırmacılığın olmadığı ama her şeyin de baştan belli olmadığı adil bir dünya. Umudun olduğu bir dünya hayali herkes gibi onu da kaplamıştı. Cinsiyete, yaşa veya politik eğilime bakmayan adil bir seçilim ve atama süreci vadedilmiş bir sistemin rüyasıydı bu. Fakat öte yandan da insanların çok yönlü hayatlarını daha önceden belirlenmiş steril kalıplara sokmayacak bir sistem istenmişti. Herkesin adil tartılıdığı bir tartı. Bu bina o günleri temsil eden bir mabetti.
Eski günleri düşünürken Sıla günü geçirmek için kendisinin de şimdi bir bardak umuda ihtiyacı olduğunu farketti. Gidip kahve doldurulan küçük açık mutfağa girdi ve büyük kupasını olabildiğince koyu bir kahve ile doldurdu. Yanından geçen iki çalışana göz ucuyla selam verirken hala kendini uyanmış hissetmiyordu.
İki eliyle ağzına kadar dolu seramik bir bardakta kahveyi taşırken üstündeki yeşil kırmızı kazak ile yaklaşmakta olan yılbaşı temasına iyi uyuyordu. Fakat o bunu bilerek seçmemişti. Sadece sabah kazak yığınlarının içinde ilk eline geleni üstüne geçirmiş ve ofise gelmişti. Sıla uzun boylu ve yapılı sayılırdı. Kahverengi saçlarının kapattığı geniş omuzları yıllar içerisinde daha da ortaya çıkmıştı. Üniversite yıllarındaki gibi dağcılık sporuyla uğraşmasada salon sporlarını aksatmamıştı. Zaten sosyal hayatından spor dışında ne vardı ki?
“Günaydın. Hey! Kazağına bayıldım. Yılbaşı yaklaşıyor gerçekten. Belki biz de ofisi biraz süslesek fena olmayacak.”
Sıla geniş koltuğuna oturdu ve önündeki ekranlardan Elif’in olduğu yöne doğru sandalyesini döndürdü.
“Evet ama buraya yağarsa sadece yağmur yağıyor. Yılbaşından yağmurlu bir hava varken camlarımızda kar ve ren geyikleri görmek benim canımı sıkıyor.”
“Biri uyanamamış galiba.” dedi Elif gülerek “Naparsın hayat işte. Sinop bizi gelirken gül bahçesi vaadetmiyordu. Ama işte burdayız. Yine de şanslı sayılırız. İstediğimiz gibi burayı dekore etmemize izin veriyorlar. Bir çok devlet dairesinde o da yok. Hem biz süslerken camımıza yağmur ve beyaz balina motifleri koyabiliriz. Biraz yerelleşmeye hayır demem.” Kikir kikir güldü.
Elif merkezde kurumsal hiyerarşide şu anda ikinci sıradaydı. Sosyoloji dalında doktorası vardı. Aslında Sıla ilk merkez açıldığında kuantum hesaplama birimindeki Umut veya Sibel’in bu pozisyona geleceğini düşünmüştü. Yıllar durumun tersini göstermişti. Sosyoloji bu işin en bilinmeyen ve en büyük kısımlarından biri olarak ortaya çıkmıştı. Elif de enstitünün parlayan yıldızı, en yakın çalışma arkadaşı ve dostu olarak yerini almıştı.
Elif Sıla’nın aksine minyon kısa saçlı, sarışın Manisalı bir kadındı. Sıla’dan en az on yaş daha küçüktü ve sabah uyuşukluğu onun lügatına belli ki daha girmemişti. Her zaman gülücükler saçar, takımın moral yükünü sırtlanırdı.
İki kadın da işini seviyordu fakat Sıla için iş yavaş yavaş iş sıkıcı bir rutine bağlamıştı. Yıllar içerisinde biraz yorulmuş, durağanlaşmıştı. Her sabah işe gelirken kendini eski bir filmin tekrarı içinde oyuncu olarak hissediyordu. Gençliğinde arkasına aldığı, parçası olmaktan gurur duyduğu o devrim rüzgarı artık yelkenlerini doldurmuyordu.
Sabah rutinleri başlamak üzereydi. Ön camlarını önündeki kompozit seramik siperlikler yavaşça mekanik şekilde açıldı. Bir havalimanı kulesi misali camları üst taraftan öne doğru daralan şekilde eğikti. Ön burun kısımında yerde iki metrekarelik bir şefaf cam platform bulunuyordu. Bu orta kısıma yürüdüğünüzde ana odanın altını rahatça görmenizi sağlıyor ve odayı görsel olarak ikiye arıyordu. Eğer ayrı bir bina olsaydı şu anda yerden on iki metre yükseklikte bir katta oturuyor sayılırlardı.
Elif platformnun önüne doğru yürüdü. Sıla yükseklik korkusu sebebiyle normalde dönüşümlü yapılması gereken bu kontrolü hep ona devrederdi.
“Göz ile görüş açık, sistemler çalışıyor, elektrifikasyon yeşil seviyede. Her şey olurunda patron.” dedi Elif.
“Kameraları kontrol ediyorum. Sivil kameralar devrede, dış bağlantı kesintisiz çalışıyor.”
Karşılarıdan bir siyah oktahedron havada asılı şekilde duruyordu. Yüzeyin dikkatli bakıldığında girdi ve çıktılar ile doluydu. Tam olarak dikeyde 7.35 m yatayda en geniş yerinde 5.32 m gibi bir boyutu vardı. Sıla ve Elif boyutlarını bırak oktahedron bilgisayar üzerindeki her yongayı, her detayı ezbere biliyorlardı. Kuantum bilgisayar ve soğutma konusunda bir dizayn kesişimi sonucu bu son formu almıştı. Dışarıdan modern bir sanat eseri gibi gözüküyordu. Soğutma çevirimlerinde üstündeki yongalar kenarlara paralel kayar, bazı kısımlar ortaya çıkar ve ısınmış hava dışarıya atılırdı.
Sıla ilk başlarda böyle tavandan asılı bir meyve gibi kabloların ve askıların bu özel bilgisayarı tutmasına karşı çıkmış, üstlerine çok direnmişti. Şimdi olduğu gibi o zaman da projeye yürekten inanıyordu. Laboratuvarların tozlu, kaotik gibi gözüken ama aşırı işlevli yonga ve kablolama mimarisi deneyimlerine tamamen ters bir tasarım yapılmıştı. Son ana kadar devrimin ve gençliğin de verdiğim ateş ile pozisyonunu savunmuştu ama nafile. Günün sonunda işlevsellik ve bilim bu binanın tek önceliği değildi. Ünlü politikacının binanın tasarımını teslim ettiği Mimar Ata Bey ile bürosunda bir saatlik görüşme sonunda ikna olmasına yetmişti. Ata o zamanlar atmışlarından üstün zekasıyla ve yeteneğiyle kabul görmüş bir mimardı ve bir hışımla odaya giren genç Sıla’yı gördüğünde sadece kibarca gülümsemişti.
Onu sakince dinlemiş ve ona hak vermişti. Sıla belirttiği bütün noktalarda haklıydı. Ama bu sadece gerçeğin yarısıydı. Bu kuantum atama merkezinde insanların, davaların ve projelerin adil bir şekilde atandığını, yerleştirildiğini ve seçildiğini garanti altına almak için kurulduysa bunun büyük bir ayağı da şefaflık olmalıydı. Bu sistemin yerleştirildiği bina ve içindeki pozisyonu insanda bir saygı ve güven uyandırmalıydı. Makine olabildiğince ortalıkta doğal bir ışık ile aydınlatılmalı ve insan algısını rahatlatan bir simetride olmalıydı. Mimariyi bozmayacak şekilde yerleştirilmiş kameralar ile her yerden gözlemlenebilmeliydi. Duvarlar çok iyi ısı yalıttımlı, işlevsel çirkin maddelerden değil memleketin her yerinden getirilen doğal sade taşlarla kaplanmalıydı. Burası tüm milletin imece ile oluşturduğu, ortak akıl ve ruhunu temsil eden bir yapı olmalıydı. Ortasındaki oktahedron göklerden aşağıya insanlığa inen bir hediye, artık yenilebilir yasak bir meyve gibi sarkıtılmalıydı. Görenler onun mütevazı basit yapısının altından çok şeye kadir ve adil olduğunu hissetmeliydi. En azından Sıla’ya bu yaşlı, sevimli adam tarafından söylenen ve onu ikna eden cümlelerin özeti buydu. Adamın kendi sadeliği, onu muhatap alışı ve konuşmasındaki yalınlığı bir anlamda o genç aklını fethetmişti.
Modeli gördüğünde bile etkilenmiş olan Aslı’nın binaya ilk girdiğindeki hissiyatı tarif edilemezdi. Ölümünde on yıl sonra bile Ata beyin yaptığı bu ince işlenmiş modern binanın yeni yanlarını keşfediyordu. Merdivenlerin kenarlarıdan özen ile seçilmiş bitkilerden tutun da ana odaya yeterince ışık girmesini sağlayan kristalize kubbelere kadar basit veya karmaşık her ayrıntı birbirini tamamlayan cinstendi. Sinop’un yerel yaşamı, iklimi sorunları bir yana ama bu binayı ve içindeki makineyi seviyordu. Binanın içi ve dışı Sıla için ayrı dünyalarlardı. Bu binayı ona Ata Bey tarafından bırakılmış bir emanet olarak görüyordu.
“Ana kameralar sistemde temiz. Anlık görüntüleri kaydediyorum. Raporlar için yan kameralara geçiyorum.” Bunları söylerken Sıla yılgındı. Her gün aynı rutini yaşamak zorundaydılar. Sesli olarak kontrolleri gerçekleştirdiklerini söyleyip, ses ve görüntü kayıtlarını buluta, insanların ulaşabilecekleri yere yüklerlerdi. Prosedür bunu gerektiriyordu. Alternatifi olan her gün sayfalarca kağıt imzalamak çok daha kötü de olsa bu şu anda Sıla’nın bunu biraz angarya görüyor olmasına engellemiyordu. Şimdi otuz adet yan kameranın görüntüsünü teker teker açıp bakması gerekiyordu.
Elif bulunduğu kartal yuvasında aşağıya baktı ve cam tabadan aşağıdaki kısa boylu gözlükü adamı odanın içerisinde gözüyle seçti. Elini hafifçe salladı ve dikkatini çekmeye çalıştı. Çok başarılı olamayınca odanın içinde yüksek sesle konuştu
“Umut 2879, yerde işler nasıl gözüküyor?” Binanın yapay zekası içinde “Umut” kelimesi sicil kodu ile geçince hitabetin kimin için olduğunu ayıklamış, onun dediklerini hafif bir gecikme ile aşağıda duran Umut’a aktarmaya başlamıştı.
Adam vücuduna yerleştirilmiş telsizden söylenenleri duyuyor olmalıydı, ama tepki vermedi. Elif tekrarladı;
“Umut?”
“Şey pardon… bence bunu görmeniz lazım.” Arkasına döndü ve diğer duvara baktı. “Sanırım kamera 23’ten burayı görebiliyorsunuz. Önümde çünkü o var.” dedi.
Sıla hemen görüntüyü 23. Kameraya kaydırdı ve Elif’in hemen üstündeki ana ekrana yansıttı.
Sıla ve Elif şimdi ana ekranda 23 numaralı kameraya bakıyorlardı. Görüntü netti ama hala gördükleri şeye pek inanamıyorlardı. Soğutma borularından birine bir adet bez bebek bağlanmıştı. Anadoludaki el yapımı, eski bez bebeklere benziyordu. Hiçbir şekilde seri üretim olamazdı. Kırmızı, yeşil şeritlerle yirmi santim çapındaki siyah soğutma borusuna bir paraşütçü gibi bağlanmış, düğme gözleriyle onlara bakıyordu.
“Bir şeye zarar vermiş mi?” diye sordu Elif. İçgüdüsel bir soruydu. Bina patlayıcı ve kesici maddeler için 7/24 denetleniyordu. Giriş ve çıkışlarda da kontrol vardı. Binanın yapay zekası belli ki bunu bir tehdit olarak algılamamıştı. Kaldı ki bu soğutma sistemlerinde bir şey olsa sabah rutin kontrolde ortaya çıkardı ve yedeklerinin yedekleri olduğu için hiçbir şekilde işleyişi aksatmazdı. Karşılarında duran şey sadece garipti, zararlı değildi. Yapay zeka, oluştuğunda bir duvara yazılmış tehdit mesajlarını veya ırkçı söylemleri bile onlara rapor ediyor olmasına rağmen bu durum onu tetiklememişti.
“Yok öyle gözükmüyor Elif. Ama böyle bir garip. İzninizle aşağıya indiriyorum.”
“Dur Umut, prosedürleri izleyeceğiz. Kadir beye haber verdim. Geliyor. Bekle biraz”dedi Sıla. Hiç istemese de cam platformun üstüne adım atmış ve Elif’in durduduğu noktadan onla beraber aşağıya bakıyordu. Özel bu durum rutinden çıkmayı gerektiriyordu.
Birkaç dakika sonra tüm yüzünü kaplayan maskeli biri aşağıdaki ana odaya giriş yaptı. Üzerinde sarı kimyasalara karşı koruyucu kıyafet de vardı. Aksak adımlarla duvara yaklaştı ve plastik eldivenleri ile bebeği borudan yavaşça çözdü. Umut o bunları yaparken odadan çoktan çıkmıştı.
“Kötü oldu bu, bir saat geç kalacağız. Şu paranoyaklar yine internette komplo teorilerini harlayacaklar” dedi Elif.
“Doğru bunu hiç aklıma getirmemiştim. Neyse başa gelen cekilir, elimizi çabuk tutalım. Söyle Kadir’e karantina odasında bir tarasın bakalım neymiş.”
Elif Kadir ile konuşurken, Sıla gün için planladıkları programı etkinleştirmeye hazırlanıyordu. Kadir yeşi ışık verdiğinde bütün sistemi devam ettirmeleri gerekiyordu.
Yirmi dakika sonra Kadir onlarla toplantı odasındaki sesli sistem üzerinden konuşuyordu.
“Bir şey yokmuş sadece bir bez bebek. Görüldüğü gibi. Tüm testler negatif çıktı. Patlayıcı falan yok.”
“Bomba değilmiş yani. Emin misin?”
“E tabi bomba buraya nasıl girsin? Hem ben bilirdim Sıla hanım merak etmeyin. Deneyimden konuşuyorum.”
Kadir sol bacağının dizden aşağı kısmını ve sağ elini patlamada kaybetmiş eski bir bomba imha uzmanıydı. Ne ilginçtir ki şimdi çalıştığı yere, kuantum atama sayesinden atanmış ilk insanlardandı. Gazi, bunalımda ve işsiz kaldığı beş yıldan onu çekip çıkaran yine bu sistem olmuştu. Sakin, iyi huylu bir adamdı öte yandan görmüş geçirmişliğinden de şüphe yoktu. İstese emekli bile olabilirdi ama işe yaramayı seviyordu. Basit temizlik ve güvenlik işlerini hallediyordu. Son dönemdeki ziyaret değişiklikleri ile işi yükü biraz daha artmıştı.
“Tamam o zaman biz devam ediyoruz. Geç kaldık zaten.”
“Yalnız birşey daha var Sıla hanım. Organik araştırma kiti bir şeyle döndü. Ki zaten gözüküyor.”
“Nedir? Biyolojik silah mı?”
Kadir genç kadının hayal gücü karşısından güldü ve sakince konuya devam etti.
“Yok, yok öyle birşey değil, endişelenmeyin. Zaten bina o yönden çok güvenli. Öyle bir şey dış çepherimize bile yaklaşamaz. Diyeceğim o ki saç çıktı bebekten.”
“Saç mı?”
“Saç evet. İnsan saçı. Bence bu böyle adak bebeği gibi bir şey. Benim küçüklüğümde vardı bunlardan. Biri şansı artsın diye muska yapmış bence.”
“Kuantum bilgisayara muska mı bağlamış yani bu kişi?” dedi Elif gülerek.
“Yani Elif hanım bence öyle gözüküyor. Çok da saçma değil. Geçen kuralların değişmesiyle gelen ziyaretçi profilimiz biraz değişti. Eskiden bilim merkezini ziyaret eden gençler geliyordu şimdi baya baya yaşlı tipler geliyor. Bir kaçını gün içerisinde dua ederken de gördüm.”
“Hayda. Ne alaka ya?”
“Şimdi yeni hükümet değişince kurallar da değişti ya. Eskiden izin ve randevuyla alıyorduk kafileleri şimdi ‘halka açılan bilim merkezleri’ vizyonu doğrultusunda yeni tiplerin buraya geldiğini ben de gözlemledim. Pek bilimle, teknolojiyle ilgisi olmayan tipler.” dedi Umut konuşmaya kanal üzerinden katılarak.
Kadir tekrar iletişim kanalı üzerinden konuştu.
“Yani Elif hanım bana bu sebeple çok da uzak gelmedi bu bez bebek, adak olayı. Sonuçta insanlar eskiden beri çocukları şununla evlensin, şu işe girsin falan diye çaput bağlıyorlar. Biz kapakları açınca bunun da olması an meselesiydi. Ama merak etmeyin güvenlikten ödün vermeyeceğiz. Zaten sistemin bizi uyarmamasından bunun bir tehdit olarak algılanmadığı belli.”
“Teşekkürler Kadir abi. Tamamdır. Başka bir şey görürsen haberimiz olsun.” dedi Elif. Bu garip olaydan sonra aceleyle günün rutinine geri dönmeye çalıştılar.
********************************************************************************
Sonraki günleri durum daha iyiye gitmedi. Her gün sabah rutin kontrollerde orada burada birer parça geride bırakılan şeyler bulmaya başladılar.
Kadir’in sabah rutinine “çaputları temizleme” görevi de eklenmişti. Her sabah ya trabzanlara bağlı bir iki bez, ya bir köşeye bırakılmış plastik bir bebek veya bir tane kase içerisine dikilmiş tütsü buluyorlardı. Tüm rutinlerini bu sebepten bir saat önceye çekmek zorunda kalmışlardı. Sıla bir saat erken yataktan kalkmayı hoş karşılamamıştı. İşe sabahları daha bir huysuz gelir olmuştu.
Bugün Elif ile birlikte kokpitte oturmuş, Kastamonu ilçesi için gerekli olan öğretmen atamalarını yapabilmek için parametre düzenlemesine bakıyorlardı.
“Dağılım düzgün duruyor fakat tepede hala bir öbeklenme var. Bu haliyle 20 kişinin atanmak için neredeyse eşit şansları oluyor. Fazladan bir kriter eklemek istermisin acaba?”
“Ha ne?” dedi Sıla. Gözü önündeki ekrana yapışmıştı.
“Fazladan bir kriter eklemek istermisin diyorum. Dağılım zirvesinde biraz fazla bir öbeklenme var hala.”
“Mesafe ters orantı oranının ağırlığını yükseltin mi? Ya da ailesel toplam ekonomik varlık ile ters oranını? Belki toplumsal olaylardan etkilenme oranıyla oynayabilirsin.”
“Çoktan. Hepsi ortalamalarımızın biraz üstünde. Onlar nerdeyse standart parametreler haline geldi. Başka aklına ne geliyor?”
“Ne?”
“Parametre diyorum, insanları dağılımda biraz ayrıştırmamız lazım.”
“Bilemiyorum sosyolog olan sensin. Yeşil gözlü olanlara biraz ağırlık ver bence” dedi Sıla sinirli şekilde gülerek.
“Hiç komik değil. Böyle parametrelerin şakası bile bu sisteminin çökmesine yol açar. Senin neyin var Allah aşkına? Sen neye bakıyorsun öyle?”
“Çok özür dilerim Elif. Çok pardon ya.” Sıla kafasını tuttu ve önündeki ekrana sinirli sinirli ellerini salladı. Önünde 15 numaralı kamera görüntüsünü canlı olarak bilgisayardan izliyordu.
“Yine biri duvarlarıdan birine muska gibi bir şey çizmiş. Kadir onu silmeye uğraşıyor.”
“Aa nasıl olmuş? Geçen temizlik rutininden nasıl kaçmış?”
“Karanlıkta parlayan fosforlu bir kalem kullanmış. O yüzden gözden kaçırmışız. Bir de üstüne şimdi ekranlardan da gözüktü. İnternetten bizi izleyen herkes böyle bir problemimiz olduğunu anlayacak.”
“Boş ver ya çok stress yapıyorsun Sıla. Çer çöp temizlenir. Yakında bir şekilde bıkacaklar. Bu ara biraz moda oldu o kadar. Sen şimdi parametreyi söyle napalım.”
Sıla istemesine rağmen önündeki işe dönemedi. Kafasında bu olay freni patlamış kamyon gibi yokuş aşağı devam ediyordu.
“Napayım ya sanki labratuvarımda devamlı böcekler dolaşıyormuş gibi hissediyorum. Bir eğreltilik, bir yamukluk var ortamda.”
“Biliyorum, biliyorum. Ama sen işine bakmaya çalış.”
“Pekala. Önce iş. İstastistik Kastamonunda sahne sanatları konusunda zayıflık gösteriyor. Belki o kriteri yükseltebiliriz. Ya da seçilim edebiyat okuyucularını önceliklendirebilir. Kimlerin bu özellikleri ön plana çıkıyorsa şehire faydalı olur.”
“Hmm sosyal bir kriter. Uzun zamandır böyle şeylerin ağırlıklarıyla oynamamıştık. Peki deneyelim.”
Elif parametrelerin değerlerini yazdı ve makineye yolladı. Denemeler bazı rastgele seçilen örneklemeler hariç halk ile paylaşılmazdı. Ama son parametre ağırlıkları her atamada şeffaf olarak paylaşılırdı.
“Şimdi nasıl oldu peki?”
“İyi iyi parametre sınırlarında kaldık. Yumağı da biraz açabildik. Bu ayki sosyal parametre kaydırma hakkımızın %30 u gitti ama zaten ay sonuna yaklaşıyoruz. Şimdi en tepede sadece 6 kişi kaldı %80 e yakın klasik yönteme göre seçilme ihtimalleri var. Sonrasında ikinci baremde bir 13 kişi daha var %50-80 seçilme aralığında ve gerisi de piyangocular.
Piyangocular istatistik olarak seçilme ihtimalleri çok düşük olan adaylara aralarında verdikleri addı. Normalde iki üç bin çekilişten birinden bunlardan bir tanenin atanması gerekirdi. Ki son onbeş yıldır bu durumu istatistiksel olarak da böyleydi. Hangi atamanın bir piyangocu tarafından kazanacağını bilmek yıl içinide ofisteki çalışanların oynadıkları başka türlü bir piyango haline gelmişti. Bunu kazandığınız takdirde el baskısı “X atanmasını tahmin ettim fakat elimde kalan tek şey bu dandik tişört” yazılı bir tişörtünüz oluyordu. Gülmek, eğlenmek ve biraz içmek için iyi bir bahaneydi.
“Yükle gitsin o zaman” dedi Sıla.
Ekranda istatistikler ve kamuoyuyla paylaşılan dağılımlar belirlemeye başladı. Bundan sonra iş “Mabedi”in topraklarındaydı.
Yıllar içerisinden sistemi öğrendikçe elle müdahalelelerin sayısı giderek azalmıştı. Sistem oturdukça kendini düzenleyen ve dengeleyen bir hal almıştı. Sıla ve Elif bazı akşamlar hangi kritlerin eskidiğini ve çıkarılması gerektiğini tartışırlardı. Elif yeni sosyolojik araştırmalardan mantıklı yeni değerlendirme ve bilgi kriterleri üretmeye çalışırdı. Uyguladıkları en başarılı kriterlerden biri yaşın paretto dağılımı ile yaş aralığına göre iş bulma oranlarını çiftleştirdiği hibrit bir kriterdi. Eğer sosyal statüde bir yaş aralığı daha az iş bulmaya başlarsa bu kriter gerekli yöne doğru sistemi biraz itiyordu.
Günün sonunda yapabileceklerinin de sınırı vardı. Kuantum evreninden neler olduğunu söylemek zordu. Mevcut istatistiksel yöntem kuantum mekaniğinin gözlemlenememe belirsizliği üzerine kurulmuş istastistiksel bir yöntemdi. Bazen bazı kriterler belli kuantum olasılıklarından parçalanıp giderdi. Bazen de iki kriter aralarından matematiksel olarak dolaşık hale gelir ve atamayı domine ederdi. Günün sonunda bazı insanların bazı atamalardaki şansları düz duvara koşup içinden geçme olasılıkları ile aynı olsa da bu sistemde mucizelere yer yoktu denilemezdi. Sistem girilenlerin yanında yapay zeka yardımıyla evrensel ve yerel haberler ve bulgular harmanlıyor, değişik kriterlere çeviriliyordu. Öyle bir durum gerçekleşebilirdi ki iki bıçak sırtı aday arasındaki seçim o yılın yağmurlu geçip geçmemesine bile dayanabilirdi.Tabi bu kağıt üzerindeki ihtimal sadece teorinin sınırında oluşabilecek garip olasılıklardan biriydi.
Devrimin başında beri yaklaşım basitti. Herkes adil olmak istiyordu fakat bu nasıl yapılacaktı? Kime göre ne adildi? Burun farklıyla kazanılmış bir yarışta en öndeki atletin gerçekten sonraki yirmi yıl için uygun bir kazanan olduğuna nasıl karar verilecekti? Kaldı ki gerçek dünyada atamalar ve dağıtımlar altetizim gibi sadece tek bir kriter üzerinden değerlendirilebilecek şeyler olamazdı. Önceden oraya atanan ve yeni atananın iletişime geçmesi gereken insanların tabiatı da bir pozisyon için uygun adayın belirlenmesi için bir kriter olacaktır. İstatistikçiler sonunda bir karar verdiler;Mutlak seçiliminde uzaklaşmaları lazımdı. Yarışmada birinci gelen insanın seçilme ihtimalini %90 a çekip sonrasında bir adım sonrasında ikinci gelen insanın ihtimalini kabaca %85 e çekiyorlardı. Sonra gelenlerin ise şansları giderek %40 %30 %1 gibi düşen bir normal dağılıma denk geliyordu. İlk ipi gögüsleyenin yine büyük bir avantajı vardı ama artık mutlak başarıyı getirmiyordu. Bu rakkam her bir iterasyonda kuantum ilişkilendirmeyle iyice karmaşık son halini alıyordu. Herkes için 1-100 arasında değer alabilecek sanal zarlar atılıyor eğer zarınız rakkamınız geçerse eleniyordunuz. Bu yöntemle şans rakkamı 90 olan aday sadece 91 ve üzerinde rakkamlarda elenirken ikinci adayın şansı da çok kötü değildi. 85 ve altı rakkamlar ona yarıyordu. Elenenleri bir kenara koyduktan sonra bir sonraki potada yeni bir dağılım yapılıyor ve işlem son bir aday kalıncaya kadar tekrar ediliyordu. Sıla ve Elif’in yaptığı kriter değerlendirmelerini ağırlıkları bu iterasyonlarda dağılımın tekrar nasıl değerlendirildiğini belirliyordu.
Sıla ve Elif gidip küçük kahve istasyonuna yanaştılar. Makine arkada çalışıyor ve binlerce datayı o siyah oktahedron içerisinde birbirine çarpıştırıyordu. Bir saat sonra Kastamonu’daki liselere hangi öğretmenlerin atanacağı belli olacaktı. Ertesi hafta başında ise hukuk dönemi başlıyordu. Hangi hakimlere hangi davaların eşletirileceği belirlenecekti. Aynı haftanın sonlarında köylülere toprak dağıtımı ve proje ihale-şirket eşleştirilmesi yapılacaktı. Son haftada ise her zaman bir gün “ikinci şans” atamalarına ayrılmıştı. Kriterleri sağlayan umutsuz insanları, eski mahkumları veya herhangi bir sebepten yeni bir şans isteyen insanları, yeni hayatlarıyla eşleştiriyorlardı. Enstitü küçük de olsa ödevleri ve sorumlulukları çoktu.
Elif Sıla’yı kahvesinden mutlu bir yudum alırken yakaladı.
“Bak gördün mü? İyi bir kahvenin düzeltemeyeceği ruh hali yok. Bak keyfine sonra da biz işimize bakalım.”
“Evet” dedi Sıla “Çalışmak tesellidir. Elle müdahale etmek gerçekten iyi geldi. Çoktandır yapmıyorduk.”
“Gerekmiyor ki. İlk yıllar neydi o öyle ya her şeye müdahale ederdik. Bir sürü homurdanan gazeteci vardı. Şimdi sistem acayip oturdu. Onlarda ortadan kayboldular. Baya zamanımız bize kalıyor artık. Bazen çalışmıyor gibi bile hissediyorum.”
“Yok öyle deme, çiftçiler de yazın çalışıp kışın dinlenirler. Bu ufak elle müdahaleleri kabul ettirmek bile ne kadar zamanımızı aldı hatırlasana. Bin dereden su getirdik bize biraz esneklik,biraz müdahale alanı kalsın diye.”
“Haklısın ,haklısın. Bazen dedim her zaman demedim.” diye güldü Elif. Ortam yumuşamışken aklındakini araya sıkıştırıverdi.
“Ha bu arada şu olayları çok takmamaya çalış. Alt tarafı çaput.”
Sıla yine köpürdü.
“Nasıl takmıyayım ya! tamamen bilime ters işler. Ben onlardan kaçıp buraya geldim şimdi adamlar evime giriyorlar.”
Elif avuç içlerini Sıla’ya dönük şekilde hareket ettirdi ve kollarıyla “ben bilmem” hareketi yaptı.
“Tek söyleyebileceğim bu işin iyileşmeden önce biraz daha kötüleşeceği. Şu yeni geçirilen ‘Halk her yere girer.’ kanunu çerçevesinde dediklerine göre ramazan boyunca burayı akşam ziyaretlerine açıyorlarmış.”
Bir önceki devrimci değişime bir direnç olarak ortaya çıkan parti son seçimi kazanmış ve bazı kuralları şimdiden değiştirmeye başlamıştı. Parti halkı temsil ettiğini söylese de sadece avam tabakayı poh pohlamayı faydalı buluyordu. Halkın her devlet binasına girebilmesini sağlayan bir yasa geçirmişlerdi. Pratikte bu üniversiteler, hastaneler, araştırma merkezleri gibi kontrollü olması gereken yerler olarak ortaya çıkmıştı ve askeri alanlar ve hükümet binalarını kapsam dışı bırakılmıştı. Yine göz boyayan, türbinlere oynayan yararsız başka bir kanun daha.
“Öyle mi niye o zaman saraylarına da sokmuyorlar. Şu yeni hükümet var ya. Halk her yere girermişmiş. İş mi yapıcaz, bebek bakıcılığımı belli değil.”
“Neyse çadırlara da çok kafayı takma olur mu. Geçici bunlar.”
“Hangi çadırlar?”
***********************************************
Artık sokağın başında garip görünüşlü satıcılar kendileri kadar garip çadırlarının içinde gelen geçen insanlara bir şeyler satmaya çalışıyordu. İlk önce sadece bir taneydi ardından iki üç tane daha çadır yanında bitiverdi. Sıla her sabah işe gelirken yanlarından takılmadan hızlı hızlı geçip gitmeye gayret ediyordu. Tezgahlar incik, boncuk, garip bebebekler ve tütsü gibi şeylerle doluydu. Sinop’un yağmurlu havasında bile çadıların önünden her gün üç beş kişiye rastlama mümkündü. Son dönemde ensitüteye gelen ziyaretçilerin sayısından azımsanmayacak bir artış vardı.
Turistik bir bölgede hediyelik eşya satıcsı gibi gözükselerde tezgahın üzerindeki açıklamalar işi başka bir boyuta taşıyordu. Sıla her geçen gün çeşitlenen bu yazıların yanından hızlı hızlı geçerken Elif ise bunları gülerek okuyup not almayı, arkadaşlarıyla paylaşmayı bir başka sabah rutini haline getirmişti. Sabahları gülmek için listesini Sıla ile de paylaşıyordu. Ama bu neşeli hali karşılık görmedi. Sonunda Sıla’nın moralini bozduğunu görünce bunu yapmaya devam etmedi. İşler ciddiye biniyor gibi duruyordu. Çirkin, adi bir gerçeklik onların kapılarının önünde zararlı oltlar gibi bitiveriyordu.
Neler yoktu ki çadır satıcılarının listelerinde;
Enstütüye girişi garantili tılsımlar, “Atama garantili, üç kere öp gerisine karışma” yazan kolyeler, Atamayı iyileştiren tütsü “Başını burada yak gerisini evinde bitene kadar ataman hazır.”, Hacı Salih tarafından dokunmuş yapışkanlar. “İç Duvara yapıştır gerisini düşünme” Nurlu Nineni kendi saçlarından ördüğü bez bebek “sağlıkçı atamalarından kesin çözüm” gibi saçmalıklar tezgahları dolduruyordu.
Onlar enstitüde çalışırken arada bir satıcıların bağırışları arka bahçelerinden duyulabiliyordu. İyice ortam çarşamba pazarıyla tımarhane arası bir yere dönmüştü. Canlı olanlar bir yana bir de teyipten yayın vardı.
Çatlak bir ses veren hoparlörden hep aynı reklam kayıttan okunuyordu.
“Ablacığım abiciğim İşsiz misiniz? Umudunuz mu kalmadı? Tezgahımızdaki bu okunmuş cikletleri ağzına atıyorsun üç akşam çiğniyorsun sonra enstitüye gidip istediğiniz atama hesaplanırken duvara yapıştırıyorsun. Bitti Gitti. Yeni işin hayırlı olsun!”
Sıla dışında bu durumlardan en çok etkilenen Kadir olmuştu. Akşamlar fazla mesaiye kalıp duvarlardan yapıştırılmış, üç gün çiğnenmiş cikletleri temizliyordu. İşin ruhani boyutu Sıla’ya ızdırap olurken, fiziksel külfeti Kadir’in üstüne yıkılmıştı.
Kadir geçenlerde bir kişiyi enstitü duvarının kenarına bir şeyler gömmeye çalışırken yakalamıştı. Kadını çok kibar olmayan şekilde yaka paça dışarı atmıştı. Kadın “Halk her yere girer.” diye bağırmaya kalktıysa da eski polis bu durumlara pabuç bırakacak cinsten bir adam değildi. Robotik koluyla bağırıp çağıran kadını kaldırıp dışarı taşırken parmaklarını bir santimetre bile gevşetmemişti.
***********************************
Yemekten döndükten sonra enstitüde yoğun bir öğleden sonra geçiriyorlardı. Bu sefer Amasya emniyeti için komiser atamaları önlerindeydi. Ece ile Sıla atamaya fazladan bir kriter ekleyip eklememek konusunda hararetli bir tartışma içindeydiler. Şu andaki kritere göre bir aday açık ara öndeydi fakat önde olmasının büyük sebebi de mülakat puanlarıydı.
“Bence ellemiyelim Aslı. Yani adam iyi işte, atanacak.”
“Olmaz. Gariplik var. Son on yılın en yüksek atama ihtimalini giricez ve belki hesaplama üç döngü bile dönmeyecek. Mülakatlardan 100-100-100 almış. Burada bir torpil var Elif.”dedi Aslı.
“Biliyorum da bu bir ilin emniyet müdürü sadece. İstanbul, Ankara veya Diyarbakır da değil. Bu seferlik idare etsek? Sisteme güvenelim bence.” diye Elif Sıla’yı ikna etmeye çalışıyordu.
“Hayır. Prensip meselesi. Bu hükümet bu ayak oyunlarıyla net bir şekilde bizi yıldırabileceğini düşünüyor. Ben ama yapacağımı bilirim.”
“Manipule mi edicez çıktıyı?”
“Hayır adil hale getiricez. Mesafe kriterini kaldır bakalım. Tek kriterin aşırı ağırlık vermesini engeleyen handikapı da çalıştıralım.”
“Ama Sıla bu ana bir etkiyi kaldırmayı gerektiriyor. Bu ayki müdahale kredimizin %73’üne tekabül eden bir hareket olur. Ayın üçünden itibaren böyle bir harcama yapmak istiyor musun?”
“Evet istiyorum. Bizi zorlamak istiyorlar, dişimizi göstermemiz lazım. Ayrıca bu ayki gelecek atamalar itfayeciler, sonra tarlasız çiftçilere toprak dağıtımı ve …”
“Ve ne? Turist rehberleri mi sıradakiler?”
“O değil.” Sıla’nın gözleri şefaf zeminden aşağıya bir şeye kilitlenmişti.
“Öyleyse ne?”
“Ya boşver turist rehberlerini şimdi şuna bak.” Gösterdiği kamerada biri belli belirsiz bir lazer ışığını Oktahedrona tutuyordu.
“Ben şimdi ona gösteririm. Kadir’i de çağır!” dedi Sıla hışımla. Arkasından Elif “dur sakin ol” demeye kalmadan Sıla uçar adımlarla merdivenlerden aşağıya iniyordu. Elif Kadir’in sicil numarısını hatırlayıp yapay zekaya Kadir’e bir iletişim kanalını açmasını söyleyene kadar Sıla yolu yarılamıştı bile.
Aşağı merdivenlerden inerken son üç adımda bir kaç tane bez bebek soğutma borularına bağlanmış ona çirkin çirkin bakıyordu. Canına tak eden biliminsanı bebekleri yırtarcasına borulardan söktü ve attı. Artık kiminin, hangi kameradan, neyi izlediğini umrunda değildi.
“Sakin olun Sıla Hanım” diye hoparlörlerden Elif’in sesini duydu. Elif hitabet şekliyle ona nerde olduğunu hatırlatmaya ve durumu soğutmaya çalışıyordu. Bir bakıma da etkili oldu. Sıla az önceki hiddetini biraz dizginleyebilmişti. Yine de hedefinden şaşmamaya karar verdi. Kıyafetlerine merdivenlerden aşağıya inerken göstermediği çeki düzeni verdi. Bu densizin karşısına bir dağınıklık tufanı değil bir profesyonellikle abidesi olarak çıkacaktı.
“Siz…siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz?”
Adam hala elinde muhtemelen pazardan kedi oynatmak için satın aldığı lazeri ile Oktahedrona tutmuş bir şeyler yapıyordu.
“Şşşşş….sonundayım bozma.”dedi adam. Sıla’nın yüzüne bile bakmamıştı. Üstüne Sinop’un yağmurlu havasına uygun bir kaban ve ayaklarından içeri kir getirdiği belli olan kalın siyah botlar vardı. Güzelim yerler çamur ile batmıştı.
“Hah bitti. Ne diyordun bacım?”
“Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz beyefendi?”
“Yasak mı!?”
“Ne?”
“Şansımı artırmak.”
“Böyle artıyor mu yani? Dışarıdan oktahedrona müdahale etmeye mi çalışıyorsunuz?”
“Müdahale falan yok, iyi şans için ışık tutuyorum o kadar. Makinenin iyi niyetini kazanmaya çalışıyorum. Atamam var. Böyle oluyormuş dediler. Haydi şimdi bana izin ver. Şu yukarıdaki siyah parça aşağıya kayınca tekrar başlamam lazım.” Tekrar yukarı bakmaya başladı.
“Kim dedi? ne saçmalıyorsunuz siz? Bu çok detaylı bir kuantum bilgisayar bir kedi veya başka bir hayvan değil.” Sıla ister istemez ellerini kollarını sallamaya başlamıştı. Profesyonelliğini kaybettiğini hissediyordu ama bu kadarı da onun için fazlaydı.
Adam tekrar yukarıya bakmayı bıraktı. Yanında bağıran bu kadın ona yonga kayma çevirimini kaçırtırmıştı. Şimdi yine istediği yere lazeri odaklayabilmesi için bir on dakika daha geçmesi gerektiğini biliyordu. Halbuki bu işi en kısa zamanda halledip gitmek istiyordu. Yüzü hatları sinir ile gerildi.
“Ya bırak hanfendi bura iş yapıyoruz görmüyor musun? Ayrıca yaratık değil diyorsun da düşünmüyor mu bilgisayar? Televizyondan görmüştüm bir sürü bilgiyi saniyeler içinde harmanlayıp birbirileriyle çarpıştırmıyor mu bu yapay zeka? Adı üstünde bir zeka var burada. Günün sonunda yediği şeyi şu kablolardan vermiyormusunuz? E biz de ekmek atıyoruz biraz.”
“Yapay zeka değil kuantum seviyesinden bir istatistik hesabı bu! Düşünme falan yok.”
“Ya öyle deme bizim polis abimiz vardı ikiz kardeşiyle girmiş sınava. İkisi de aynı puanı yapmış. Ama sonunda bizim abimiz teşkilata atanmış. Ki çok mantıklı çok iyi adamdır gönlü geniştir. Diğer kardeşi Serhat abi Allah affetsin biraz kafası gidiktir, iş elinden gelmez. Nasıl bildi makine böyle olduğunu düşünmüyorsa?”
“Sizin kendi yaşamınızdaki olaylar istatistiksel olarak birşey ifade etmiyor beyfendi. Ayrıca iki kardeş arasında bile bir sürü etken farklı olabilir. Bilgisayar bunları çekip çıkarıp istatistiğe yayıyor . İşlevi zaten bu.”
“Öyle deme sonuçta bilmiş mi bilmiş. Bence içinde bir şeyler uyanmış. Orada bir bilinç var bizi gören duyan. Ben de anladığı dilden konuşuyorum. Lazer kuantum fiziğine göre çalışmıyor mu?”
Sıla şaşırmıştı. Ayak üstü sinirliyken böyle birden bilimsel bir soruya atlamak garipti. Adamı paylayıp göndereceğini düşünürken kendini garip yarı teolojik bir soru silsilesi içinde buluvermişti.
“Evet ama…”
“Aması maması yok. Satıcı adam dedi ki. Bu fotoklar mı ne lazerden çıkan şeyler onun içine giriyormuş, onu besliyormuş az az. Biliyorum böyle haşmetli birşeyi doyurmaz ama önemli olan niyettir öyle değil mi? Ben de bir saat sonraki atama döngüsü ile atanmak ve bekçi olmak istiyorum. Şimdi buraya gelip onu beslemeye çalışanla evinde oturan bir olur mu? Bunu artık bu akıllı makina bence görür.”
“Öyle çalışmıyor. Ayrıca ona bir iyilik yapmış olmuyorsunuz. Bu aşırı hassas ve karmaşık bir sistem. Makine burada olanlara kördür, burayla ilgisi yoktur. Hatta burada çalışanların bilgileri ve davranışları da seçime bilgi girdisi olarak giremez. Burası steril bir alandır.”
“Bir mabed gibi yani? Her şeyin eşitlendiği bir yer. Bak şimdi bacım ben buna inanıyorum. Buna saygı duyacaksın artık. Sen kendin ima ettin burası bir mabed gibi diye e o zaman zararı da yoksa bırak ben kendi işimi göreyim. Şimdi beni yalnız bırak da iki şurada lazer ile tık tık yapayım.”
Bu sıradda elindeki lazer imleci ile duvara iki üç ışık gönderdi.
“Hayır buna izin veremem. İhtimal dışında bile olsa insanlar oktahedrona bir lazer tutulduğunu görürlerse dış müdahale diye düşünebilirler. Bu da atama işlemlerinin tüm güvenilirliğini tehlikeye sokar.”
“Hah işte bacım sen kendin dedin dışarıdan müdahale edilemez diye. E daha ne? Ben müdahale değil de iyilik yapmış gibi düşünüyorum. Kahvede birine çay ısmarlamış gibi. Yani bu da rüşvete girmez öyle değil mi?”
“Beyfendi buradan çabuk çıkın lütfen!” eliyle çıkışı gösterdi. Sıla daha fazla bu deli ile vakit kaybetmek istemiyordu.
Adam iki adım geri atarak gözlerini kıstı ve Sıla’ya baktı.
“Haa ben senin derdini şimdi anladım. Halkın her yere girmesini sindiremeyen eski kafalı tiplerdensin seeeen. Ne güzel, kafan rahat burada aylak aylak oturuyordun değil mi yukarıda? Şimdi hükümetimiz sağolsun benim gibi vatandaş artık buralara girip dolaşabilince keyfin bozuldu. Okumakla olmuyor işte bacım, karakter lazım. Allah bilir senin atamanı burası bile yapmamıştır. Sen halden yoksulluktan ne anlarsın! Öyle ya her şeyden muaftınız bu hükümet gelinceye kadar.”
Adamın küçümseyici davranışları olayı bir sonraki seviyeye taşımıştı.Yukarıda makineden mekanik bir ses duyulunca ikisi de kafasını kaldırıp yukarı baktı. Şimdi adam tekrar elindeki lazerden çıkan süzmeyi o anda kayarak açılan soğutma bölümlerinden birinin içine doğru hizalamaya çalışıyordu.
Sıla ileriye atıldı ve adamın elinden lazeri almaya çalıştı. Adam bir eliyle kadını uzakta tutmaya çalışırken bir eliyle de lazeri geriden başarısız da olsa makineye tutmaya çalışıyordu.
“Saygı duyacaksınız saygı! Bu benim vatandaşlık hakkım. Kaç kilometre yol geldim. Burası halkın yeri. Halk her yere girer duydun mu kadın! Halk Her yere girer!” bu son kısmı bas bas bağırarak söylemişti.
Sıla ise dinlemiyordu sadece lazere ulaşmaya çalışıyordu. Yüzü başı dağılmıştı. Hatta güzel sayılabilecek ceketinin omuz kısmı yırtılmıştı. Çaresizce ne olursa olsun o lazeri engelemek istiyordu.
Birden adamın arkasında bir kol belirdi ve onu yere yatırdı. Herhangi bir kol değildi. Sentetik bir robot kol. Kadir olay yerine ulaşmıştı.
“Sen Sıla hanıma nasıl el kaldırırsın. Sana çık dendi!”sesi gür ve emrediciydi. Eski polisin karşsında durmak zordu.
Adam can havliyle dönüp kendisini yakalayan kolu çekip çıkarmaya çalıştı ama nafile. İki adım geri attı ve lazeri oktahedrona tutmayı bıraktı. Adamın yağmurluğu yanından boydan boya yırtılmıştı. Umursamadan engellenmenin verdiği adrenalin ile hala bağırıyor ve önündenki bu ikinci kişiyi bu sırada tartmaya çalışıyordu. Slogan yine binanın içinde yankılandı.
“Halk her yere girer!”
“Sen az önce benim, yani bir gazinin zimmetli robot kolunu çıkarmaya mı çalıştın!”
“Halk Her yere girer!” yüzünden biraz endişe olsa da slogan atmaya devam etti. Sesi biraz daha az çıkmıştı .
“Halk her yere girer de sen o polis akademisine nah girersin artık. Ulan yavşak ben bu ülke için kolumu kaybettim. Gaziye kötü davranan polis mi olur! Ben bu atama makinesi ile atanan ilk kişilerdenim. Gel, ne diyeceksen bana de. Sıla hanım sana kibarlık yaptı diye onu kolay lokma mı zannetin.”
“Benim hakkım bu ağbi. Ben atanmak için bu kadar yol teptim geldim Eskişehirden. Tamam özür dilerim ani bir hareket oldu ama o da beni engellemeye çalıştı.”dedi ağlamaklı yalvarır bir ses tonuyla. Adam baltayı taşa vurduğunu fark etmişti. Herşey bir yana ama bir gaziye el kaldırdığı duyulursa ipi akademide çekilirdi.
“Çalışssaydın lan. Çalışsaydın da çaputa, okumuş pirince ihtiyacın kalmasaydı!”
Kadir bağırıyordu. Bağırdıkça adam küçüldü, söndü, pıstı.
“İlk önce efendi olacaksın! Sıla hanım buranın müdüresidir. Kaç yıldır milletimiz adil şekilde seçilip atanıyorsa o kadın sayesindedir. Bir gün bile bana kötü davranmadı. Sana niye böyle davrandı ilk önce kendine bir bak da tart.”
“Ama halk her yer..”
“Atanmak mı istiyorsun yoksa halk olarak orda burda her yere girmek mi istiyorsun? Şimdi pılını pırtını topla seçime müdahale etmekten seni polise vermeden git. Son on yıldır hiç çalıştırmadık bu kanunu ama bu kafayla gidersen sana acımam söyliyeyim.”
Adam sustu ve lazeri cebine koydu. Üstüne kabanı giydi ve dışarı çıkmaya hazırlanıyordu. Saçı başı dağılmış Sıla’nın önünden geçerken hafifçe kafasını eğdi ve ağzından belli belirsiz “özür dilerim” cümlesi çıktı.
Aslı dudaklarını sıktı ve kafasını salladı. Karşısındakinin belli belirsiz bile olsa dilediği özrünü kabul etti. Şimdi sakinleşen kafası ile düşününce bu adam için bunun bile ileri bir adım olduğunu biliyordu.
“Elini korkak alıştırma, çıkarken işe yara şu bez bebekleri de at.” diye emretti Kadir.
“Ama onlar başkasının şansı abi.”dedi düşük sesle yavaş yavaş merdivenlere yönelen yabancı.
“Yok yok o dünkü atamayla gelen bebekler. İşleri bitti. Sen rahat oldu. Elimiz kolumuz tek olunca biraz yavaş oluyor temizlemek” diye seslendi Kadir babacan ses tonuyla. Aslında o bebeklerin dün mü bugün mü geldiğini pek bilmiyordu. Umursamıyordu da. Ama bu tatlı yalan ile zaten gerilmiş ortamda adamın vicdan azabı olaya dahil olmadan biraz temizliğe yardım etmesini umuyordu. Kötü bir karşılaşmanın sonunda küçük bir kar etmek onun da hakkıydı.
Elif zemin kata inmiş, Sıla ile ilgilenmeye çalışıyordu. Arkadaşını yavaş yavaş yukarı çıkardı. Normalde o bu tip şeyleri şakaya vurmayı severdi. Faka terörize olmuş arkadaşının hali bu duruma pek fırsat vermiyordu.
Sıla hala bu yakın temasın şokundaydı. Boş gözlerle yere bakarken Elif’ten destek alıyor, kendi kendine sayıklıyordu.
“Çok kötü oldu ya… çok kötü. Herkes bizi izledi. Ben de çocuk gibi… o lazer. Allah’ım ne yapacağım ya.” Oturduktan sonra önüne koyulmuş papatya çayından sadece bir yudum içebilmişti.
“Hallederiz Sıla ya. Herkes böyle bir durumda gerilebilir. Sonuçta bu yerlerin halka açılmasının bir riski olduğunu herkes biliyordu. Şimdi şu çaydan birkaç yudum al.”
“Hayır ya, hayır. Ben kontrolümü kaybettim. Kimse artık bize güvenmez.”
“Saçmalama. Sen bu enstitünün başkanısın. Dışarıdan müdahaleye izin vermemek için ne kadar ileri gidebileceğini herkes gördü. Tamam olanlar hoş değil ama kalbinin doğru yerde olduğu açık. İnsanlar seni haklı bulacaktır.”
“Öyle değil işte” dışarı bakıp Sıla endişeli şekilde yüzünü buruşturuyordu. “Şimdi Türkiye’deki bütün aptallar o lazerleriyle gelip makineyi yemlemeye çalışacaklar. O adama direnç göstererek aslında onun yaptığı şeyi bir bakıma onaylamış oldum. Bunun çalıştığını düşünecekler.” Sıla hala Elif’in yüzüne bakamıyordu. Eline tutuşturulmuş papatya çayı bardağını istemsizce sıkmaktaydı.
Takip eden günler Sıla’yı haklı çıkardı. Eline ışık süzmesi yayabilen bir cisim geçiren her tuhaf karakter birden kendini binanın zemin katında buluyordu. Artık merdivenlerdeki bez bebeklerin yanın seksenlerden kalma lav lambaları, disko ışıkları yayan ucuz çin malı ışıldaklar ve lazer ile tavana kalp yansıtabilen garip cihazlar da bırakılıyordu. Kadir her gün temizlemesine rağmen ortam bir sonraki gün yine aynı panayır yerine dönüyordu.
Buldukları çoğu ıvır zıvır zaten enstitünün komşuları çadır kentteki satıcılar tarafından satılıyordu. Hatta olay öyle bir hal aldı ki malzemeleri yakındaki çöpe bırakmak yetmiyordu. Çünkü bu insanlar gelip çöpleri karıştırıp bu malzemeleri atanma bekleyen piyangoculara tekrar satıyorlardı. Bazıları bunları birince elmiş gibi satsa da tamamen ikinci el bir piyasa da doğmuştu. “Atanma garantili” malzemeler bazı müşteriler tarafından iyice rağbet görüyordu. Eğer gözleri kırmızı parlayan plastik bebek bir kere bir hemşirenin atanmasına yardım etmişse size niye yardım etmesin öyle değil mi? Bir kolunun eksik olmasının ne önemi var.
Hükümete bağlı çöp kamyonları da onların bu özel ihtiyaçlarına tepki vermeyince Kadir’e fazladan iş çıkmıştı. Akşamlar bir saat harcayarak bu çöpleri toparlıyor, kiralık bir pikap ile birkaç kilometre uzaktaki etraftaki köylere kadar gidiyordu. Çöpleri buraya boşaltıyordu. Fakat bu çözümün geçerliliği sadece birkaç hafta sürdü. Bir akşam satıcılar hazine avcıları gibi Kadir’i takip etmişlerdi. Sonunda zoraki komşuları çöpleri boşalttığı alanı bulup, gidip mutlu mesut leş kargaları gibi en güzel artıklar için birbirleriyle didişir olmuştu.
Umut ve Kadir’in bu işi dönüşümlü yapsalar bile bu tempoyla kaldıramayacakları belliydi. Birinci ayın sonunda Elif ve Sıla kendi yıllık bonuslarının tamamını katarak ve diğer çalışanlardan da üç beş bir şey toparlayarak bir yakma fırını sipariş ettiler.
Terasta yeni doldurulmuş yakma fırının bahçeden çıkan dumanlarını izleyen Sıla bunun hayatından satın aldığını parasını hak eden en iyi makine olduğunu düşündü. Sorunlarını belki çözmüyordu ama güzel şekilde azaltıyordu. Akşam olmuş, mesai bitmişti. Normalda yazın buraya iş yerinde tuttuğu kürek çekme makinesini çıkarır, Sinop’un serinleyen yaz akşamlarından sporunu yapardı.
Fakat kış gelmiş, denizden esen rüzgarı alan bu terasa paltosuz bile çıkmak imkansız hale gelmişti. Yine de hava almak ve biraz sakinlik ona iyi geliyordu. Trabzanlara dayanmış artık günde bir tane içmeden duramadığı papatya çayını yudumluyordu. Az sonra Kadir elleri kirli bir şekilde seyir terasına çıkmıştı.
Ellerini hafifçe paltosuna sildi. Üstüne başına bir çeki düzen vermeden cebinden kırılmamış olması mucize olan bir dal sigara çıkardı.
“İzin var mı Sıla hanım?” diye kibarca sordu. Sıla eliyle bir onay verdi ve ona gülümsedi. Seyir terası dedikleri alan çok büyük olmasa da ve trabzan tarafı buraya çıkmanın yegane sebebi de olsa Kadir aralarında üç metre mesafe bırakmaya özen göstermişti. Mesai sonunda biraz yalnızlık ikisinin de hakkıydı.
Adamın yorgunluğu yüzünden okunuyordu. Yine de mutlu gözüküyordu. Kadir robot takma elini soğuk demirlere dayadı ve sigarasını içmeye başladı.
“Bu yakma fırını iyi oldu müdürem. Yoksa diğer türlü baş edemezdik bunla.”
“Evet keşke diğer sorunlarımızı da yakma fırınına atabilsek öyle değil mi Kadir usta?”
“Öyle, öyle ama napalım işin parçası.”
“Eskiden öyle değildi. Yani ilk yılları düşününce.” Sıla’nın aklı eski güzel günlere gitmek istedi.
“Bazı yeniliklere biraz alışmamız lazım. Hadimi aşmak istemiyorum ama sizi şu sıra bir durgun görüyorum. Ama sanırım nedenini biliyorum, sizin derdiniz biraz daha farklı değil mi? Bu çer çöpü her gün dışarı çıkarıp yakmaktan öte değil mi hanımım?”
Sıla Kadir’e bakıp birden kendini koyuverdi.
“Böyle olmaması gerekiyordu. Buranın bilimselliğin mihenk taşı olması gerekiyordu. Şimdi ise giderek ortam bir tapınağa dönüşüyor. Yıllar sonra arkeologlar burayı bulursa bir gözlem evinden çok göbekli tepe gibi garip bir dini merkeze benzetecekler.”
Önlerinden duran yakma fırını çayır çayır yanıyordu. Gri dumanlar iyice yükselmeye başlamıştı.
“Böyle olmayabilirdi evet ama şu anda bu noktadayız. Ben de ilk kolumu kaybettiğimde aklıma gelen ilk şey “böyle olmamalıydı” olmuştu. Önümde emekliliğime kadar uzun yıllar var sanıyordum, mesleğimdeki en faydalı yıllardaydım. Birden atıl hale geldim. Birden çalışma arkadaşlarımın sevdiği, saygı duyduğu ama mazide kalan meslektaşı olurvermiştim.”
“Burada da bize böyle mi oldu peki? Bu bir trajedi mi?”
“Trajedi değil ama bir değişim Sıla Hanım. Benim ki bir trajediydi. Sonrasındaki yıllar sadece değişime dirençli huysuz orta yaşlı bir adamdım. Birden devrim oldu ve eski bir çalışma arkadaşım beni ilk seçimlere yazılmaya ikna etti. Eğer o olmasaydı hala huysuz eskide yaşayan bir ihtiyar olacaktım.”
“Sadede gelelim. Ne diyorsunu yani ben de bu dini safsatalara ayak mı uydurayım? Bunu yapamam.” Kendi gerçekleştiridiği bu tüme varım Sıla’yı germişti. Bütün gün zaten buna dayanması gerekirken seyir terasında yakaladığı bir kaç dakikalık huzuru böyle konuşarak israf etmek istemiyordu.
“Hayır tabi ki de böyle olmayın. Açık sözlülüğümü mazur görün ama aslında burada olan şey sizin mabedinize girilmiş olması, kutsalınıza küfredilmiş ve düzeninizin değişmiş olması. Bu sizi çıldırtıyor. Benim fiziksel olarak her akşam çöpe atabildiğim şeyleri siz ruhsal olarak atamıyorsunuz. Kafanızda burası her gün daha çok kirleniyor. Sizi anlıyorum ama çözüm daha fazla kızmak değil.”
“Evet sözcüklere dökemediğim fakat aklımda geçenler sıkkınlık bunlar olabilir gerçekten”.Sıla yine karşısındaki bilgelik ile biraz sakinleşti,tekrar kontrolünü kazandı. “
Yıllarca uğraştığımız şey heba oldu gibi hissediyorum. Napayım bu da bana mutsuzluğa çıpa attırıyor.”
“Hah işte burada yanılıyorsunuz. Sistemiz tıkır tıkır işliyor. Biri şuraya çaput bağladı diye biri şu oktahedronmudur nedir ona ışık tuttu diye sizin yaptığınız şeyin tabiatını aslında hiçbir şekilde değiştirmiyor. İnsanlar hala adil bir şekilde atanıyor ve seçiliyorlar. Bazı delileler ne düşünürse, hangi aya ulurlarsa ulusunlar sizi bağlamaz. İt ürür kervan yürür. Sen başardın hanımım, bu başarıyı kimse elinden alamaz.”
Sıla Kadir’in kendisine söylediklerine bir cevap aradı ama bulamadı. Sadece gülümsemekle yetindi. Kadir bu gülümsemeden aldığı onayla ile devam etti.
“Değişim kapından Sıla hanım. Ama onların istedikleri gibi değişmek zorunda değilsin. Senin bu değişime cevabın farklı olabilir. Geriye dönmek yerine ileriye adım atmayı düşünmelisin artık. Yoksa senle bu terasta daha çok gece yakma fırını izleriz. Benim için sorun değil. Ben akşam çöpleri çıkardığımda evime gidip mışıl mışıl uyuyorum ama bu senin çalışacak bir çözümde değil.”
********************************************************************************
Haftalar peş peşe sıralanırken ofis yılbaşı süslerinden yeni arınıyordu. Kokpitin duvarlarına yapıştırdıkları küçük çam ağacının el yapımı yapışkanlarını tırnaklarıyla sökerken Sıla’nın kendini şu günlerde daha iyi hissettiği görülebiliyordu.
Duvarda dijital olarak yılbaşı şapkası giydirilmiş balina Aydın posterine sıra gelince durdu ve sökmemeye karar verdi. Bu son haftalarda bu şapşal şeye alışmıştı. Herşeyin de kötü yönde değişmediğini görmek güzeldi.
Elif bu duruma pek anlam veremese de şikayetçi de değildi. Arkadaşını kızgın görmektense anlamlandıramadığı şekilde huzurlu görmek daha iyiydi. Sıla’nın geçen haftalarda şu deli adam ile tartışması durumu daha bir uç hale getirmişti. Gerçekten de ışıldaklarla ve lazerlerle bir şeyler deneyenlerin sayısı giderek çoğalmıştı. İşler temizliklerle iyice yavaşlayınca ve başedilemez hale gelince alt kat için hükümet tarafı sonunda “bu bölüme ışıldak veya lazerle girilemez” gibi küçük bir yasak getirmeyi kabul etmişti. Bu kadar kaos onlar için bile fazlaydı. Ne olursa olsun enstitünün işlerinin yavaşlaması onları da işine gelmiyordu.
Hala yasaktan muaf olan merdivenlerin kenarları bez bebekler, ışıldaklar, lav lambaları ile dolup taşıyordu. Binanın dış duvar okunmuş pirinç, sakız ne varsa yapıştırılan iğrenç bir hal almıştı. Akşamları çıktıkları gözlem terasında ise artık devamlı trabzanlarda yapış yapış bir şeyler vardı. Çalışanlar binanın içindeki herhangi bir trabzanı tutmaz olmuştu.
Elif ile Sıla rutin bir gözle bakım için aşağıya inerken Sıla yanlışlıkla bir tane bezbebeği tekmeledi ve merdivenlerde birkaç basamak aşağıya düşmesine yol açtı.
“Kısmeti yokmuş, elendi.” dedi Elif gülerek. O bile bu hediyelik eşya dükkanına dönen merdivenlerden ve bu olaylardan sıkılmıştı. Fakat Sıla onun şaşkın bakışlarına aldırmadan bez bebeği iki üç basamak aşağıdan alıp eski yerine koydu.
“Noluyor kuzum sana ya! Tanıyamıyorum artık seni. Noldu iyi misin gerçekten!” diye sesini yükselti. Arkadaşının karşı tarafa geçtiğine inanmıyordu. Bu daha büyük bir şeydi. Bir piskoz veya ağır depresyonda olduğuna inanmış, endişeli gözlerle onu süzüyordu. Sıla gayet sakindi.
“Amaan bırak tiyatrolarını yapsınlar, yeni tanrılarına adaklarını adasınlar. Bizim yaptığımız işi engellemez. Azalıp bitecekler bir noktada.”
“Ama hani bilimsellik, hani bizim evimizdi burası?”
Merdivenin ortasında durdu. Çöken bu sefer Elif olmuştu. Arkadaşının vurdum duymazlığını yenilmiş ve yılmış olmasına bağlıyordu.
“Ev hala bizim Elif. Tapusu bizde” dedi gülerek.
“Artık hiç kızmıyormusun yani? Böyle mi?” diye sordu Elif.
“Hayır kızıyorum tabi. Ama kızmaktan başka şeyler de yapmalıyım. Bu durumun bana zarar vermesine izin vermem. Hayatıma bir şekilde devam etmeliyim. Bu bina ve işlevi birkaç bez bebek ve çaputtan çok daha önemli. Bez bebeklere ve bizlerden bağımsız olarak işlevi ve devamlılığı ile zaman içerisinde ayakta kalacak.”
“Vay be sanki yolda yürürken sana bir zen bahçesi çarpmış gibi konuşuyorsun.” diye sırıttı Elif. Endişesi biraz azalmıştı.
“Öyle değil ya, anlatırım. Ama valla akşamları yakma fırının dumanını iki üç kez bir içine çek bir aydınlanma geliyor doğrusu.” diye güldü. Beraber aşağıya inip rutin kontrolleri tamamladılar.
Bugün özel bir atama vardı. Bazı iletişim kanallarının ve kameraların kapatılması gerekiyordu. Kokpite çıktıklarında Umut’a seslendiler. Yapay zeka Umut ile iletişim kanalını açtı.
“Umut 2852 İkinci Şans günü için hazırmıyız?”
“Hazırız Sıla, hadi şu insanlara yeni yerler bulalım.” Umut’ın sesi gayet yüksek ve şevki yerinde geliyordu.
Atamaların biraz gizli yapıldığı birkaç durum vardı. Makinenin durumunu gösteren kameraları kapatmaya hiçbir koşulda izin verilmiyordu. Fakat bazı durumlarda sisteme dahil olanları gösteren kameralar ve bilgi akışı kapatılabiliyordu. Bu genellikle askeri personel atamaları ve bazı gizli servis atamalarında devreyen giren bir kuraldı. Yoksa kuantum bilgisayar her çalıştığında kimin tombalaya dahil olduğu Türkiye’nin dört bir yanından görülebiliyordu.
Fakat devrimi çocukları bir istisna daha yapmıştı. İkinci şans gününde de sisteme dahil olanları bir listede göremezdiniz. Sadece operatörler sisteme dahil olanları izleyebilir ve gerekli değişiklikleri yapabilirlerdi. Bu gün adeta mabedin kutsal günüydü. İntiharın eşiğindekiler, ülkeye büyük yarar sağlayıp sıkıntıya girmiş insanlar, kan davalarından kaçmaya çalışan genç çiftler, aile içi şiddet mağdurları ve devletin umutsuz olarak kabul ettiği her gruptan insan birden kendilerini yeni bir hayata, yeni bir kimlikle “atanmış” şekilde bulabilirlerdi.
Bu atama diğerlerine göre yapısal olarak çok daha karmaşık ve garipti. Ne Elif ne Sıla tam olarak burada ne ceryan ettiğini bilmiyorlardı. Sadece oluşan atamaya yeterince girdi sağlanıp sağlanmadığıyla sorumluydular. Aşağıdaki bebeklerin yarısının sebebi olan memur atamaları bugünkü olayın yanında çocuk oyuncağı gibi kalıyordu.
Genellikle kuantum dolanıklığın oluşması için birkaç kez parametreleri değiştirmeleri ve müdahale etmeleri gerekiyordu. En önemlisi bu bir atama gibi değerlendirilemezdi, başarıyla ilişkili bir durum yoktu. Puanlama yaparak bu dağıtımı bir zavalılık pornosuna dönüştürmek de istemiyorlardı. Bir dağılım yoktu, sadece dağıtılacak insanlar vardı. Başarı bu insanların Türkiye’de yeni doğru yerlerine sağlıklı olarak atanması olurdu.
Elif sistemden gelen listeyi gözden geçirmeye ve listedeki insanların yaş, mekan, geçmişler gibi bilgilerini istatistiksel anlamlı dataya dönüştürmeye başlamıştı. Bütün günler içerisinde en çok işe yaradığını düşündüğü, işinden en çok keyif aldığı gün bu olurdu. Sıla öbür tarafta daha masasına geçmemişti. Kendine istasyondan güzel bir kahve demliyordu.
Elif ona doğru seslendi;
“E hadi gel artık. Burada elli iki tane yeni hayatını bekleyen insan var. Hepsini kendi başıma ayrıştırmayı ve düzenlemeyi beceremem. İki tane gazi, bir tane ev içi şiddet vakası, bir tane korunmak isteyen avukat, bir adet evsiz. Her zamanki intihar eğilimliler ve uyuşturucu bağılımlıları. Aaa bak bir tane de devletin umutsuz kontejyanından giren istatistikçi varmış.Hem de üst düzey.”
Elif kafasını çevirdi ve hala yerinden kıpırdamamış olan Sıla’ya baktı. Gözleri yaşardı.
“Bugün sanırım bunu tek başına halletmen gerekecek. Çıkar çatışması falan doğar. Doğru olmaz biliyorsun. Halledebilirsin değil mi?” dedi Sıla aynı şekilde gözleri yaşlı.
“Edemem Sıla, sensiz nasıl edeyim?” sesi titriyordu. Bilgisayarın başından kalkıp Sıla’nın yanına geldi. Ellerini tuttu. Arkadaşına sarıldı.
“Öyle mi halbuki senin terfi kağıtlarını çoktan hazırladım. Umut’u tabi yanına eğitmen gerekecek. Bu iki kişilik bir tango” dedi Sıla.
“Niye, ama niye? Bana her şeyi anlatabilirdin, dinlerdim seni. Ben bunu sensiz yapamam Sıla. Biz çok uzun süredir bir takımız. Bizi bırakıp nasıl gidersin!”
“Yoruldum Elif, yoruldum. Sen bekleyebileceğimden çok daha iyi bir halefsin. Sana emanet edebildiğim için bu mabeti hayatıma devam edebiliyorum. Değişim geliyor ve benim de değişmem gerekli.”
“Başka yolları da var. Yok olman gerekmiyor.”
“Olmayacağım da. Yeni bir kimlik, yeni bir hayat yok olduğum anlamına gelmiyor. Biz sadece hep böyle kafamızda kuruyoruz. O insanlar yok olmuyorlar, sadece değişiyorlar. Umarım sizler benim bu halimi hep hatırlayacaksınız. Belki emekliliğine yakın seninle iletişim bile kurarım. On yıl kimseyle iletişim kurmama kuralı bitmiş olacaktır. Göz açıp kapayıncaya kadar yıllar geçip gidiyor.”
Platforma doğru elinde bardakla yürüdü ve dışarıdaki siyah yüzeyli makineyi camdan gösterdi.
“Ben kendimi bildim bileli bildiğim tek değişim yolu bu makinenin iç devrelerinden geçiyor. Kendi malına güvenmeyen satıcıya kimse güvenmez. O yüzden ben de kendi zarlarımı şu dünyada atmak zorundayım.”diye acı acı güldü. Bunları konuşurken yüzü Elif’e değil dışarıdaki makineye dönüktü. Arkadaşı süzülen göz yaşlarını çok da görsün istemiyordu.
“Madem böyle istiyorsun. Peki öyle olsun.” Elif kafasını salladı.
“İyice özelliklerimi Oktahedrona ver bakalım. Yanlış yazma ha. Sonra Türkiye’nin tek buzulunda kendimi bekçi olarak bulmak istemiyorum. Kemiklerimi ısıtacak bir yer istiyorum.”
“Peki başka emrin” diye ağlamakla karışık güldü Elif. Kolunun tersiyle gömleğinin kenarlarıyla gözlerini siliyordu.
“Valla işte bir kaç yaş büyük göstersen belki makine bana biraz acır diye düşünmüştüm. Eski günlerimizin hatrına.”
“Şu makineye doksan yaşında da yazsam o kualifikasyonlarla eşşek gibi çalışacağın bir yere seni atayacağına eminim dostum.”
“Sağlık olsun o zaman. Başa gelen çekilir. Ben şurada oturup kahvemi içiyorum.”
“Gidip aşağıya çaputunu bağlamayacak mısın? cebinden kedi oynatan lazerini getirmeyi unuttun mu? Bak son dakikan.” diye son bir kez arkadaşına takılmak istedi Elif.
“Yok ben böyle iyiyim. Kendime, istatistik bilimine, makineme ve arkadaşlarıma güveniyorum. Yarın daha iyi bir yerde olacağıma inancım tam. Çaputu umutsuz olanlar bağlasın.” diye büyük bir kahkaha Mabedin içinde yankılandı.
Makine çalışmaya başladığında Sıla kafasında sadece artık huzur vardı.
Atanmış daha güzel bir gelecek yarın onu bekliyor olacaktı.
Hızlı Yazı Geri Bildirim Tablosu
İkonların üstüne getirerek anlamlarına bakabilir,tıklayarak geri bildirimde bulunabilirsiniz.Ayrıntılı açıklama için "Sembol Kütüphanesine" başvurun.Verilen puanlar geri alınamamaktadır.- Hikaye Temposu Düşük
- Yavaşla Biraz Dostum!
- Anlaşılması/Takip Etmesi Zor
- Hikaye fikir için fazla kısa
- Hikaye fikir için fazla uzun
- Tam zamanında!
- Mantık hataları ve Tutarsızlıklar
- Detay Eksikliği
- Detay Fazlalığı
- Güzel Ayrıntılar
- Güzel fikir ama uygulama daha iyi olabilir!
- Ortalam fikir ama iyi uygulama!
- Bıçak gibi keskin uygulama
- İyi dilbilgisi ve imla kullanım.
- Komik!
- Güçlü Sembolizim
- Kör gözüne parmak
- Gönderme Bağımlısı
- Sağlam Kökler
- Zamansız
- Teknoloji Açıklama Kitapçığı
- Derin ve Canlı Karakterler
- Tek Boyutlu karakterler
- Stereotip Karakterler
- Seçilmiş Kişi Sendromu
- Karakterin motivasyonu/hareketleri/arka hikayesi uyumsuz
- Hikaye Sıkıcı ve Sıradan
- İlham verici
- Taze Fikir!
- Sürükleyici!
- Mükemmel bir Yolculuk
- Fazla Düz Anlatım!
- Yaşanabilir Atmosfer!
- Bu Gezegende Yaşam Yok!
- Enteresan Burgular/Ayak oyunları
- Fazla Tahmin Edilebilir
- Seri Üretim
- Tanrının Eli! Deus Ex Machina
- Umut Vadediyor
- Başyapıt!
- Kötü Fikir
- Yakıt/Fikir Az