Dağdaki Görev

Dağdaki Görev

Okuma süresi: 30 dakika

Soğuk bir gün başlıyordur. Güneş ısıtma görevini sobaya devredeli zaten iki ay olmuştu fakat bugün dağın aşağısında oluşan sisi dağıtma konusunda da fazlaca isteksizdi. Binbeşyüz metre rakımda Yalçın bu dağ karakolunda ilk kışına ve kesintisiz beş aylık ikametine giriyordu.

Kendini iyi yalıtılmış küçük pencereden dışarıya bakarken buldu.Dışarıdaki sis dağı kaplamış onu bu dağ evinde her şeyin üstündeymiş gibi hissettiriyordu. Sis denizindeki bir ada gibi.

Bir soba küçük dağ evini ısıtmaya yetiyordu. Verilen özene bakılacak olursa bir önceki mimar ve mühendis bu yarı askeri dağ evini ortaya çıkarırken çok hevesle çalışmış olmalıydı. Küçük de olsa misafir odaları özenle döşenmiş, güzel ışık alıyordu. Veranda kısmı ise yamaca yapılmış istenildiğinde yine güzel bir kış bahçesine dönüşebiliyordu.

Yazın gelen dağcı ziyaretçiler çoktan kaybolmuşlardı. Artık kış zamanı gelmiş korucular ve gerçek dağcılar yavaş yavaş bu odaları dolduracaktı. Betonarme alt kısım erzak ve korunma için birebir idi. Askeri sağlamlığı ve tek düzeliği ile sanki binanın altını başkası üstünü başkası tasarlamış gibi duruyordu. Aşağıda soğuk gri dayanıklı beton yukarıda ise aydınlık sıcak bir oda çelişkili bir fikrin sonucu gibiydi.

Şimdi Yalçın’ın odasındaki bilgisayarı açıp dağ keçilerinin yerleri üzerine çalışacaktı. Sürüdeki keçilere taktıkları izleyicileriin rotalarını kaydetmesi gerekiyordu. Biyoloji fakültesinden ayrıldığında en fazla birkaç kan örneği alırım derken şimdi dağ keçilerinden kıl örneği, dışkı örneği, tükürük örneği ne varsa bakar olmuştu.

Odasından laptopunu alarak ana bölüme geçti. Hem daha aydınlık hem sobaya yakın bir yer seçti ve koltuğuna kuruldu. Yirmili yaşlarının sonunda yüksek lisansını bitirmiş uzun bacaklı ama artık hafif göbekli bir tipti. Saçları sakallarına karışmıştı. Artık siyah dalgalı saçları çorba içtiğinde ağzına giriyordu. Kendisini tıraş etmesi gereken berber yaklaşık bir ay gecikmişti.

Keyifsizdi, sıkıcı bir kataloglama işinin başına daha oturmak istemiyordu. Kahveye ihtiyacı fakat kahveleri yeni bitmişti. Huzursuzca sivil eşofmanında kımıldadı. Alt kısmı biraz dardı ama sıcak tutuyordu. TSK’yı o yönden çok da suçlayamazdı.

İnternete bağlanmaya çalıştı ama sinyal tabi ki yoktu. Günün belirli saatleri bağlantı gelmesin alışmıştı. Bazen bu sebepten hiç çalışamadığı günler oluyordu. O zaman da tabi tabanvay dağ taş geziyor olması bekleniyordu. Öte yandan tümden bağlantısının koptuğu da söylenemezdi. Ana karargah ile direk acil durumda iletişim kurabileceği ankesörlü telefon ileride duvara monte şekilde duruyordu. Eski bir sistem de olsa ona yalnız kaldığında güvende hissettiriyordu.

Sekiz aylık sivil görevinin ilk üç ayından nispeten mayıs ve yaz ayları kolay geçmişti. Arada bir karakola uğrayan yürüyüşçüler ve ciple dağdaki saha gezileri ona sıkılacak zaman bırakmamıştı. Bu sırada asıl görevlendirmesi olan dağ keçilerini koruma ve takip çalışmaları hakkında baya bir bilgi edinmişti.

Şimdi ise görev yerini çoğu zaman hava şartlarından dolayı terk etmiyordu. Ziyaretçilerin de ayakları kesilmişti. Soğuk günlerden kalan görev bazı doğa kamerası kapanlarından aldığı verileri işlemek ve üstüne veri yerleştirilmiş dağ keçilerinin hareketlerini bilgisayarda görselleştirmekti. Sonrasında temizlediği bu yığınla veriyi ilk önce Erzincan üniversitesine yollayacaktı. Neyse diye iç geçirdi; vatani görevini sivil yapmanın daha zor hallerini her hâlükârda düşünebiliyordu.

Kışa yaklaşırken bu dağ yerleşkesine düzenli olarak gelen kişiler sadece aşağıdaki kışladan dönüşümlü nöbete gelen jandarma erler ve Selin adlı bir arkeologdu. Selin’e devlet tarafından KHK borcunu ödeyebilmesi için bir proje verilmişti. Genç arkeolog ileride bulunan mağarada antik çağa ait duvar resimlerini belgeliyor ve ufak bir kazı yürütüyor. KHK borcunun bitireli 2 ay olmuş ama kazı merakını cezbedince ve işlemler uzayınca devlet kontratını uzatmıştı. Dolayısıyla bu dağ evine kendi isteğiyle gelen şu anda tek kişi Selin denilebilirdi. Ne bulursa gelip aşağıdaki bodrumdaki depoya yığıyordu. Bazen Yalçın bu kadar eski kalıntıların bir üst katından uyumaktan hafif bir huzursuzluk duyuyordu. Ama öteki taraftan Selin’e modern dünya ile köprüsü olduğu için minnettardı. Tamam, arada bir internete girip haber alıyordu ama okudukları hakkında gerçekten biriyle konuşmayınca insan çok sıkılıyordu.

Son olarak şimdiki müdavimlerinden gelmese daha iyi dediği, askeri şoför olarak görev yapan Selahattin vardı. İyi bir şoför kötü, bir görev adamıydı. İşini savsaklar, geç gelir, erken gitmek isterdi. Selin’ini getir götür yapar, erzakları getirirdi. Yazın birkaç eri nöbet veya gezilerde koruma olarak getirdiği de olmuştu. Şimdi ise havalar soğumuştu. Bu zamanlarda tek tük kaçak avcı ihbarı olduğunda buraya kadar çıkar kontroller gerçekleştirirlerdi.

Pencereden dışarıya sisin içindeki çakılla stabilize edilmiş çamurlu yola baktı. Uzaktan bir aracın yaklaştığın duyabiliyordu. Teker seslerinden dört çarpı dört araç belli ki bazı yerlerde patinaj çekiyordu ve zorlanıyordu. Bu Yalçın’a tam olarak nerede olduklarını söylüyordu . Beş yüz metre ötede biraz aşağıda son dirsekte çok yağış birikir, yol çamur yapardı. Birkaç manevra ve doğru direksiyon hareketiyle oradan çıkmak gerekiyordu. Neyseki bizim Selo kötü bir şoför değildi. Bu konuda ona güvenebilirdi.

Etrafa bir baktı. Masanın üstündeki metal tabak çanakların lavabonun içine koydu.Biraz etrafı toparladı sandalyeleri düzgün yerlere çekti. Selin zaten kafasını dağını bir tipti, ortalığı dağınık görse bir şey olmazdı ama öte yandan Selahattin yine durumu ağzına sakız yapar, aşağıdaki karakola ispiyonlayabilirdi. Öyle bile olsa onlar da ne yapacaklarını bilmiyordu. Teknik olarak asker değildi ama vatani görevini yapan bir sivildi. Yeni çıkan yasa ile vicdani retçiler, silahtan hoşlanmayanlar veya askerliğe harcadığı zamanın daha yararlı geçirilebileceğini iddia edenlere hodri meydan denmişti. Devlet altı ya yerine sekiz ay hizmete istediğimiz ücra köşelerde giderseniz bu iş olur demişti. Bu sırada bedelli askerlik fiyatları da bir araba fiyatına dayandığı için Yalçın vatani görevini mesleğine uygun şekilde yapmaya karar vermişti. Ama nerden bilebilirdi ki keçi koruyucusu olacağını. Öte yandan bu yeni sistemde kimin ne sorumluluğu da çok oturmamıştı. Evet postal giymiyorlardı fakat belli bir kıyafet sistemi vardı. Ücra nokta dedikleri bu yarı dağ karakolunu terk etmemesi gerekiyordu ama sivil olarak da yaşayabiliyordu. Aşağıdaki komutanlar anlayışlı davranmış belli bir disiplini tutturduğu ve görevini eksiksiz yerine getirdiği sürece ona pek karışmıyorlardı. Tabi Selo arada bir aşağıdaki yaşlı komutanların kulağına kar suyu kaçırmayı seviyordu. Nedense bir hır gür içindeydiler.

Araç son kısımları da topladığında binanın önüne kadar geldi. Dış kapı açıldı ve kapı kısmından içeriye bir tane paltolu figür girdi. Kalın paltosunu çıkaran Selin ellerini ovuşturdu. Kapı ile oda arasında ikinci şeffaf cam bir kısım vardı. Ziyaretçiler burada kardır paltodur silkinir, dökünür öylece ana odaya adımlarını atardı. Selin’in yüzü ve elleri soğuktan kızarmıştı. Paltosunu girişe astı. Elinde ufak bir paket taşıyordu.

“Şunu alır mısın Yalçın? çok üşüdüm! kusura bakma” dedi sabırsızca.

Dışarıdan arabanın kornası çaldı ve cırtlak bir ses

“Poşşeeeet* Poşeeeeeeeet Gel şunları al”

Yalçın hırsla ayakkabılarını giydi ve dışarı çıktı. Üstüne palto bile almamıştı, bir kaç dakika kalın kazağı onu soğuktan korur diye düşündü.

“Ne var lan Selo!”

“Erzak diyorum alda işimize bakalım poşeeet.”

“Getir işte eline mi yapışır. Ne anırıyorsun. Kontağı da kapat. Aşağı götürmen gereken şeyler var.”

“Gel gel biraz ısınırsın Selahattin” dedi Selin.

“E iyi geliyim bari Selin abla” dedi Selahattin. Hemen frekans değiştirip kibar moda dönmüştü.

Selahattin iki poşet erzak ile arabadan indi ve içeriye yollandı. Diğer ikisi çoktan içeriye geçmişti. Selin sobanın yanında ellerini ısıtıyordu. Karargaha göre soba kullanımı bir haftalık bir eğitim gerektiriyordu. Bir hafta boyunca Yalçın’a askerler doldur boşalt her gün soba kullanımını göstermişti. Apartmanda kaloriferle büyümüş Yalçın ilk başta dudak bükse de alçak basınç yapan günlerde sobayı nasıl zor yaktığını kendi iyi bilirdi. Kurallar gereği soba akşam saat 12’den sonra yanamazdı. Bu durum sensörle karargahtan kontrol edilirdi. Katı bir kuraldı ama eğer karbon monoksit zehirlenmesi olursa onu kimse on beş kilometre öteden gelip kurtaramazdı. Geceleri mecburen iyi yalıtıma ve uyku tulumuna güvenmesi gerekiyordu, mecbur kalırsa da bir sabit elektrikli ısıtıcı vardı.

Yalçın’ın rutinlerinden biri uzun bir fırça ile güneş panellerindeki tozdur, gerektiğinden buzdur temizlemekti. Yer bol olunca güneş panellerini karakolun az ötesine inşa edilmişti. Bugün hava kapalı olduğu için temizlik biraz bekleyebilirdi, bataryalar küçük rüzgar türbiniyle de şimdilik doluyordu. Pilot bir proje olarak bu yarı sivil yarı askeri karakol aslında çok iyi tasarlanmış çok fazla dış müdahale olmadan yaşayıp gidilebilir bir yer olarak düşünülmüştü.

“Ya şu hale bak, yine yiyip yiyip kenara atmışsın.” Selahattin yine homurdanıyordu. Yarım saat önce Yalçın’ın demlediği çayın altını yakmış kendisine ve Selin’e birer bardak koymuştu.

“İşine bak sen. Selin sen de ellerini öyle yaklaştırma sobaya. Avuçların sızlayacak.”

“Ya napiyim çok üşüdüm dayanamıyorum. Neyse sıcakladım zaten ben alt kata iniyorum kataloğa”

“Çayını da al abla aşağısı yine daha soğuk oluyor betondan.”

“Siz de işiniz bitince gelin olur mu. Bir kasa var kaldıramıyorum tek başıma, için taş dolu.”

“Ya abla sen ve taşların. Neyse tabi geliriz.” dedi Selahattin. On sekizlerinde hafif şişman göbekli kısa ama güleç yüzlü bir gençti. Öteki taraftan Selin ise yine yirmi beşlerinden bir kadındı. Küçük kibar ve kısa küt saçları ve yuvarlak gözlükleriyle ön plana çıkıyordu. İskelet gibi ince parmakları taşları ve yazıtları incelemek ve ellemek için yaratılmıştı adeta. İnce işler ondan sorulurdu.

Yalçın gelen poşetleri karıştırmaya ve yaptığı liste ile karşılaştırmaya başladı. Baklagilleri bir tarafa yığdı bitmiş olan ayçiçek yağını dikkatlice poşetten çıkardı. Ama geride kalan ufak tefek şeyler arasında aradığı kavanoz yoktu.

“Kahve nerede Selo? Bir kavanoz neskafe yazıyor bu fişte”

“Yahu orda yok mu ara bakalım poşetin diplerini” Selahattin sırıttı.

“Selo senin tahtanı sikerim. Nerde lan!?”

“E iyi tamam dün arkadaşlarla ufak bir kahve partisi verdik kışladı. Ne var yani bir dahakine alırım.”

“Olm ben onla bir ay kahve içiyorum.”

“Eee uzatma poşet. Sen sivilde yine içersin.” dedi Selahattin.

Yalçın üç adımda yanındaydı. Kamuflajlarına yakasından hafifçe kaldırıp gözlerine baktı.Selahattin yumruğunu sıkıp vuracak gibi oldu.

“Hadi vur bakalım ben de bir iki tane sana sallıyayım. Sonra ama bölüğe döndüğünde niye kamuflaj yırtık niye dudağın patlak açıklarsın.” duvardaki telefonu gösterdi.

Yalçın sivil görev karakolunun en önemli kuralına şu durumda çok şükretti. Silahlar hep kabin dışında tutulurdu. Dışarıda bir kabine kilitlenir ve askeri personel o şekilde eve girerdi.

“Sonra aha şuradaki telefon acı acı çalar. Sonra ben ne olduğunu anlatırım.O bulamadığın kavanozu bir tarafına monta eder komutan. Gelir enik gibi özür dilersin. Şimdi git bana kahvemi getir.O poşeti kafana geçiririm.”

Selahattinin yüzü ekşidi. Karşındakini ilk aylarda hafife almasının ceremesini yaşıyordu. Yalçının kibarlığını zayıflık olarak tartmış birkaç adım yanlış atmıştı.

“Bitti diyorum. Napayım kusayım mı?” dedi Selahattin son bir kez.

“Git getir lan, siktir git şurdan.” Selahattin oflaya oflaya şeffaf bölmede paltosunu giymeye başladı. Bu sırada aşağıda olan Selin gürültülere gelmiş yukarı çıkmış.

“Bu ne gürültü yine ,yine mi kavga?”

“Bizim Selo benim kahveyi iç etmiş. Bir de sırıtıyor. Fabrika ayarlarına geri döndürdüm puştu.”

Selin yüzüyle durumu onaylamadığını Yalçın’a gösterdi.

“Yahu bana söyleseydin yoldan alır gelirdim. Bunun için kavga edilir mi? Çocuk senden on yaş küçük be Yalçın.”

“Anlamıyorsun Selin, gücümü otoritemi tartıyor puşt. Bugün kavanoz getirmez yarın komutana teslim ettim deyip erzağımı uçurumdan atar. Bir durum olsa bu yavşağa güvenmek zorundayım bu dağda.”

“E iyi neyse sanırım bu sivil görevin istediğin kadar da sivil geçmiyor. Sen bilirsin karışamam.”

“Merak etme dağda olan dağda kalır. Topluma geri döndüğümde lütfenler, teşekkür ederimler, çok naziksinler havada uçuşacak. Ama burada böyle napalım.”

Kapı açılmış Selahattin tekrar içeri girmişti. Elinde bir neskafe kavanozu tutuyordu. İçin yarısından biraz daha az doluydu. Ses etmeden masaya koydu.

“Sıçayım sizin gibi anadolu delikanlısına. Bir dediğiniz birini tutsun be.”dedi Yalçın.

Selahattin bu sefer bir şey demedi. Selin üst kattayken buna çok denecek bir şey yoktu.

“Selin abla ben gidiyom. Alırım seni akşama.”

“Sis dağılsaydı be Selahattin çok kalın hala. Göz gözü görmüyor. Yollar da sapa”

“Yok ya yavaş giderim. Napcam burada sonra gelir alırım seni.”

“E iyi madem. Peki şu kasayı indirecektik?” Yalçın Selahattine baktı.Aralarındaki husumeti Selin’e yansıtmayacaklardı, yakışmazdı. Yine barış çubuklarının tütürüldüğü yer Selin’in arka bahçesi oldu.

“Ben hallederim, sen istiyorsan git Selahattin” dedi Yalçın. Siniri biraz geçmişti. Hızlı parlamış, tepkisini koymuş şimdi normal haline geri dönüyordu .Selahattin’in genç bir ergen olduğunu hatırladı.

“E iyi madem hadi kalın sağlıcakla.” diyerek Selahattin dışarıya çıktı, silahını dışarıdaki kutuda kilit altında çıkardı. Arabanın yan koltuğuna yerleştirdi ve kontağını çalıştırıp sisin içine daldı.

“Ohh be az huzur.”

“Evet de şu bizim ağır kasa işi vardı” diye sırıttı Selin.

“Ha evet ya tamam”

Kasa gerçekten ağırdı.Fakat bunu Selahattin olmadan tek başına yaptığı için Yalçın gayet memnundu.

“Şuraya şuraya, betonun üstüne koy ”dedi Selin. Son kısmı biraz yerde sürükleyerek de olsa tahta sandığı itelemişti. Sandık bu kabaca birbirine çivilenmiş tahta paket için fazla lüks bir tabir olabilirdi. İçini açtıklarında biraz saman ve taşlarla karşılaştılar.

“Hah işte buradaki taşlar. Aklıma takılan buydu.” Selin birkaç taşı eline almış inceliyordu.

“Şu kısımlara bak. Ne kadar ince yapılmış öyle değil mi?”

Elindeki taşın üstünden ince çizilmiş güzel geyik figürleri seçilebiliyordu. Yalçın şu kadar küçük bir taşa bu kadar geyik resmini nasıl sığdırmışlar diye hayret etti.

“Evet gayet güzelmiş.” diye teyit etti.

“Şimdi şuna bak. Elinde baya diğer taştan daha büyük ve geniş bir taş tutuyordu. Sivri bir yumurtaya benziyordu.”

“Bunun bu ritüel kısmında ne işi var? Bu garip geldi. Eski insanlar tüm eşyalarını bir yerde gömmüşler o yüzden şu anda kazı işlemleri devam etse de ilk gömüyü bulduğumuz kadar bir şey ortaya çıkmıyor. Asıl soru şu diğer eşyalar bu kadar ince ve nazik iken bu şey de ne?”

“Silah gibi bir şey mi?”

“Silah olmak için biraz fazla ağır değil mi? Öte yandan kazılarda ne bir ok ucuna ne de bir baltaya rastlandı. Bu tip sivri bir kaya belki de evet silah olarak kullanılmış olabilir. Fakat biraz garip olan şey şu. Duvar yazılarına ve metal ziynet eşyalarına bile sahipsin ama metalürji bilgini bu tip bir ok ucu veya mızrak yapmak için kullanmıyorsun. Yani bronz çağında yaşarken aslında silah ve avlanma yöntemi olarak taş çağında yaşıyorsun.”

“Belki birileri gelip onları yağmalamıştır. Yani metal değerli sonuçta.”

“Zihniyet eşyalarını geride bırakarak mı?”

“Hey ben de gidip bedava bez ve tahta var diye başkasının mezarını açıp ölülerini yağmalamıyorum.”

Selin bazen Yalçın’ı karşısına alıp fikirlerini ona doğru fırlatmayı seviyordu. Bazı fikirleri iyi olunca iyi bir çiğköfte gibi tavanda yapışıyor diğerleri aşağı düşüyordu.

“Tamam güzel. Peki sana bir soru bu kadar dağ keçisi çizilmesi normal mi?”

“Yani dağ keçileri yüzyıllardır burada yaşıyor bence normal. Sanki başka bir sorun daha varmış altında gibi geldi şimdi?”

Selin sırıttı ve devam etti;

“Bu tip toplumlarda bu kadar dağ keçisi olan bir yerde av olur öyle değil mi? Ama bir tane bile av resmine rastlamadım. Kaldık ki dağ keçilerinin boynuzları değerlidir. Antik topluluklarda bir sürü şeyde kullanılabilir. Kazılarda bir tane bile boynuzdan yapılmış alete veya boynuza rastlamadım. Adamlar insan kemiğinden bile kaval yapmışlar ama keçiden yok yani. Sanki…sanki..”

“Vejetaryen modern bir çiçek çocuklar toplumu ile karşı karşıya mıyız?”

“Çok çiçek olduklarını düşünmüyorum. Karşılaştığım çoğu insan kemiğinden kafatası yarıkları ve kemik kırılmaları mevcut. Belki klan içerisinde kavga belki de dağda yaşamakla ilgili. Herhalde ovada yaşamaya oranla çok daha zor olmuş olmalı. Yani öyle kırıklar var ki yüksekten düşmekle ancak açıklayabilirim. Belki de dağ keçilerinin dağda gezinme yetenekleri yüzünden kutsal kabul edilmiştir. Bu yüzden belki onlara hayrandılar.”

“Peki niye ovaya geçmemişler ki. Tarım falan yaparlardı, ilk birayı falan bulurlardı biz de şenlenirdik.” Yalçın neşelenince cıvıklaşmıştı.

“Evet biz de bunu pazarlar dünyaya açılırdık öyle değil mi?” diye güldü Selin. “Valla o büyük mağarayı görmen lazım Yalçın ya o zaman anlardın.”

“Fotoğraflarını gördüm aslında baya büyük bir mağara gerçekten.”

“Pek doğal değil aslında bilerek genişletilmiş. Büyük bir çaba harcanmış. Hele ki yolları. Bu zaman kadar bulunmamasına şaşmamak lazım. Ana girişi o kadar sarp ki iki kişi yanyana oradan geçemez ancak modern dağ ekipmanlarıyla oradan geçebiliyoruz.”

“Herhalde baya büyük bir korunma avantajı olmalı. Antik çağların Alamut kalesi gibi bir şey.”

“Sadece bu da değil giriş o kadar dar ki bulabilmemiz mucize olurdu. Tabi baca olmasaydı. On metre genişliğinde yukarıda bir bacası var mağaranın. Herhalde savaş durumunda veya temkinli olmak gerektiğinde bir şekilde kapatılıyordu bu Kapadokya’daki yeraltı şehirleri gibi. Biz bulduğumuzda hafif bir göçük oluşmuş ve mağaraya bir delik açılmış. Bu aralığı genişletip asıl buradan merdivenlerle giriş yapıyoruz.”

“Noel baba gibi milletin evine bacadan giriyorsunuz yani.”

Selin bu dandik espriyi duymamazlıktan geldi, Yalçın biraz bu duruma somurttu.

“Bilmiyorum, bir yaşam alanı mı bunu da bilmiyorum. Yaşama dair pek bir şey yok. Mezarlık veya bir krematoryum gibi. Bir şeyler yakılmış belli ama mağara resimlerini de korumakta özen göstermişler. Belli ki buranın toplumda bir değeri vardı. Belki hiç orada yaşamadılar, belki dünyanın ilk yaylacı yarı göçebe toplumu ile karşı karşıyayız.”

“İlginç valla, sonra da diyoruz arkeologlar ne yapıyor. Belki ileride turistik mekan olur. Neyse çıkayım da benim yaşayan keçiler ne yapıyor onlara bir bakayım. Vatan görevi beklemez. Sen keyfine bak. Ama üşütme bu beton kısım soğuk oluyor bak.”

“Tamam tamam sen keçilerine geri dön bakalım. Çok sağol ayrıca.” dedi Selin.

“Ne demek her zaman, biraz değişik bir şey konuşmak çok iyi geliyor ya Selin. Vallahi kolay değil buralarda tek başına durmak.”

Yalçın üst kata çıktı. Laptopunu çalıştırırken bir yandan kendine kaynar suyla bir neskafe yaptı. Kahvenin hafiften içilebilir sıcaklığa gelmesini bekleyecekti. Dışarıda bir aracın sesini tekrar duydu.

Ulan yine ne oldu Selahattin, kahve zevkinin içine etmek için özel olarak mı uğraşıyor diye düşündü.

Kapı hızlıca açıldı, Selahattin elinde silahla içeri daldı. Botlarını bile çıkarmamıştı.

“Oha öküz ulan silahları dışarı. Botlarını da çıkar.”

“Abi bırak şimdi ,sıçtık ya sıçtık. Çıkamıyoruz.” gözleri büyük büyük açılmıştı.

Abi mi? Selahattin hiç Yalçın’a abi dememişti. Bir yamukluk vardı durumla ilgili. Yalçın genç oğlanı sakinleştirmek istedi.

“Noldu Selahattin tamam gel bak yine de silahını bırak. BBG evi gibi gözetleniyor girişler bak başın belaya girecek. Silahı kilitle, ayaklarını da çıkar bir kahve koyayım anlat.” sesini olabildiğince yumuşaktı. Selahattin’in yüzünden ve bakışlarından derdinin Yalçın olmadığı bu sefer anlaşılıyordu.

“Pe..peki abi. Geliyorum.” diyebildi. Genç asker dışarı çıkarken Yalçın Selin’e seslendi.

“Seliiiinn…selin biraz gelir misin çabuk. Bir durum var.” Yalçın işkillenmişti.

Selinin ayak sesleri aşağıda duyuluyordu. Yavaş yavaş yukarı doğru çıktı ve mahzenin kapısı açıldı.

“Noldu Yalçın? Nedir?”

Selahattin yine boş bakışlarla ama silahsız ve ayakkabılarını çıkararak şimdi salonun ortasındaydı.

“Gittim….sonra biraz daha gittim ama yok olmadı…”

Selin ve Yalçın göz göze geldiler.

“Selahattin gel şuraya az otur da baştan anlat noldu.” Yalçın önüne doğru sıcak kahveyi sürdü. Biraz da şeker koydu. Bebek gibi bakıyorum adama diye düşündü ama bir şey demedi.

“Abla şimdi ben dağdan aşağı iniyordum. Açtım sis farlarını falan yolu da biliyorum biliyorsun. Yavaş yavaş ilerledim. Sonra durdum.”

“Niye durdun canım, bir şey mi gördün?”

“Yok bir şey artık göremedim daha ziyade. Artık o kadar kalın bir sis vardı ki göremedim. Ayağımla basmaya çalışıyorum gaza ayağım gitmiyor. Yahu dedim bari ineyim bir iki adım yürüyeyim.”

“E iyi yapmışsın. Sonra yürüdün mü?”

“ Sise doğru arabanın önünde bir iki adım attım. Ama o kadar. İleriye basmakla basmamak arasında kaldım. Sanki ayağım boşluğa basıyordu ama basmak istemiyordu artık. Dünya bitmiş gibiydi. Hani önünde göl olur su olur basınca içeriği göçeceğini bilirsin ya öyle.”

Yalçın çocuğa baktı. Elleriyle kahveyi sadece tutuyordu, içmiyordu. Parmakları bembeyazdı, kan belliki vücudundan çekilmişti.

“Sonra ne yaptın?”

“Abla ne yapayım. Saçma değil mi yani? Gittim birkaç yön daha denedim sağa denedim biraz orada yürüdüm ama sis kalın tabi çok da göze alamıyorum. Yürüdüm birkaç adım. Ama yok aynı şey oluyor. Abla ben deliriyor muyum?….yardım edin bana.”

“Sakin ol, öyle insan hemen delirir mi ya? Bir bakarız şimdi. Bir daha gidip bakarız birlikte. Sen iki dakika otur sonra arabaya git, hazırla. Bir Yalçın abinle konuşalım.”

“Vallahi billahi doğru söylüyorum ekmek kuran çarpsın abla.Yalçın abi valla doğru söylüyorum.” Selahattin’i Yalçın hiç bu kadar zayıf,çaresiz görmemişti.

“Tamam tamam. Gelicez işte bakıcaz. Sakin ol ilk önce. Sen askersin ya biraz kendini toparla.”

Yalandan da olsa Selahattin kendine gelmiş gibi yaptı. Biraz ayaklandı. Kahveye bıraktı ve dışarıya doğru çıkmaya hazırlandı.

“Tamam abi ben sizi bekliyorum arabada o zaman.”

Selahattin çıktıktan sonra Yalçın Selin’e döndü.

“Noluyor buna ya. Kafayı mı yedi birden? Ne yani derdi. Siste kaç kere gidip gelmiştir halbuki.”

“Bu seferki baya yoğun bir sis. Bazı insanların fobileri durum çok yoğunlaştığında ortaya çıkar. Belk sis fobisi gibi birşey vardır. Çünkü mantıksız bir korku yaşıyor. Belki arabayı sadece ikimiz kullanmalıyız.”

“Yine de bu siste bu yolda deneyimli olan o. Ona ihtiyacımız var. Bir gidip bakalım derim.”

“E iyi peki madem. Şu paltomu da alayım çıkalım.” dedi Selin.

***************************************************************

Küçük cipin içerisinden üç kişi çamur yolda birazdan yola koyulmuşlardı. Gerçekten sis araba ilerledikçe kalınlaşıyordu.

Pencereden dışarı baktığından sanki sis gazdan çok sıvıya dönüşüyormuş gibi bir hal vardı. Bazı yerler koyulaşıyor ve garip bir hal alıyordu. Artık yukarıdaki güneşin pek bir etkisi de yok gibiydi.

Araba siste giderek yavaşlayan artık adım adım giden bir hale geldi. Sonra Selahattin ayağını gazdan çekti.

“Burdayız.”

“Bas işte biraz daha.” dedi Yalçın.

“Ya….ya…yaapa…yapamıyorum.” dedi korkuyla.

“Tamam sen in ben deniyeyim” dedi Yalçın. Adam zaten korkmuş laf sokmaya gerek yok diye düşündü. Bir de psikoloji çöküşte olan bir genci zorlamakta pek bir üstünlük göremedi.

Yer değiştirdiler. Ayağı gaza gitti ve gaza bastı. Ya da bastığını düşünüyordu. Ayağı hareket etmiyordu. Sanki büyük bir kütle basacağı gaz ile ayağı arasında sıkışmıştı. Fiziksel bir şey değildi irade ile ilgili bir şeydi. Bir türlü o kaslarına hükmedip arabayı ilerletemiyordu.

“Arkadan şu çantayı ver bakayım” dedi sinirli Yalçın.

Selin’in uzattığı çantayı gaza bıraktı ama gaz pedalı hala ilerlemiyordu. Çantada kampa götürmek üzere koydukları taşlar vardı ve en az beş kiloydu ama pedal hala duruyordu.

“Hay sıçam.”

“Olmuyor mu?” diye sordu Selin.

“Yok biz gidiyoruz da sen anlamıyorsun Selin! Olmuyor tabi!” birden istemeyerek de olsa Selin’e patlamıştı. İradesindeki güçsüzlük ve zayıflığı benliği bağırarak bertaraf etmek istiyordu.

Selin bir şey demedi. Adamın sesindeki çaresizliği okumuş, arka koltukta susmuştu.

“Hadi iniyoruz. Hadi hadi.” dedi Yalçın ve arabanın kapısını açtı. Birden arabada yer değiştirirken iki adamın arabanın önü daha kısa yol olmasına rağmen arkasından geçtiklerini fark etti. İçgüdüsel olarak sisin yoğun olduğu yeri tercih etmemişlerdi.

Herkese inin demesine rağmen Selahattin kaskatı yerinde duruyordu. Çok üstelemedi. Arabanın önünde doğru adım attı. Sis doğal olmayacak şekilde yoğunlaşıyordu artık. Ve arkasına bir adım daha..

Sonra bir adım daha atabildi. Artık benliği korkudan haykırıyordu. İleride bir şey yoktu hiçbir şey yoktu. Bedeni burası boşluk diyordu. Su, toprak, hava hiçbir şey yok!

Selin’de attığı adımı geri çekti. Yalçın bir adım atmaya kalktıysa da gerisini hatırlamıyordu. Kendine geldiğinde tekrar aynı pozisyondaydı. Arabaya geri döndüler.

İlk konuşan Selin oldu.

“O …orda bitiyor yani… sanki…”

“Gerçeklik sanki o sis perdesinde bitiyor gibi. Hemen geri dönmemiz lazım.”

Arabanın içinde bir bitkinlik bir umutsuzluk çökmüştü. Geri geri manevra yaparak açık düzgün bir yerde döndüler. Dar yolu geriye doğru izleyerek evin yolunu tuttular. Sis biraz daha normalleşirken onlar da rahatlamış gözüküyorlardı.

“Neydi o ya, sanki aklım dondu ya…”

“Dedim size işte dedim…bir şey var lanet sis de dağılmıyor. Saat kaç oldu bak.” dedi Selahattin.

Umutsuzdu. Arabayı hırçın bir şekilde kullanıyordu. Evin dönemenicine geldiklerinden evi görmek onları heyecanlandırdı.

“Hadi içeri girelim bunları konuşuruz. Sanırım şu telefonu kullanmak için iyi bir zaman.” dedi Selin.

İçeri girdiklerinden Yalçın botlarını uçarcasına çıkarıp telefona saldırdı. Ona verilen özel kodu girdi ve ankesörü kaldırdı.

“Alooo.. aloooo?” Telefon çaldı…çaldı. Çalmaya devam etti.

“Noldu yok mu kesik mi hat?” dedi Selin evin içinde.

“Hayır çalıyor ama açan yok.”

“Biraz daha dene.”

“Denerim ama bu çok saçma. 7/24 bir muhabere subayı bu hattın başında olmak zorunda. Bu bir de kablolu bir hat hiçbir şeyden etkilenmemesi için özel olarak döşenmiş.”

“Saldırıya mı uğradık yani. Noluyor amk?”

“Ağzımıza dikkat edelim lütfen yine de. Zaten gerginiz.” diye kızdı Selin.

“Pardon abla. Ama yani durumu biliyorsun.”

“Böyle sis yaratacak, birden tüm Türkiye’nin iletişim hattını kesecek bir silah bilmiyorum. Belki nükleer bir şey ama sis niye yani.” dedi Yalçın.

“Ayrıca o siste ilerlemeye çalışırken hissettiğimiz şeyi de açıklamıyor. Son adımlarımı atarken deliricem zannettim. Yani böyle bir silah var mı dünyada?”

“Sinir gazı olabilir ama tüm dağı kaplayacak kadar sinir gazı mı yapmış birileri? hem de yani direk etkisini bir iki adım atınca mı gösteriyor. Kabus görsek her halde geri dönerken de etkisini göstermesi gerekirdi, yeterince soluduk.”

“Yok ya öyle birşey değil demek ki. Bak bakalım hayvanlar nasıl etkilenmiş. Fotokapanlara ve hareket sensörlerine bakalım.”

Bilgisayarın başına geçen Yalçın ekranı açmış programı çalıştırıyordu. Hayvanların yerini takip eden ve mahzendeki depolama alanına yüzlerce datayı depolayan bu program ana çalışma göreviydi. Bilgisayarda internet yoktu; ama bölgede çok rastlanan bir durum olması ve şu anda hiçbir şey çalışmaması nedeniyle bu çok da şaşırtıcı bir durum gibi gelmedi.

“Siz biraz sakinleşin, bir şeyler atıştırın. Ben o sırada bu sabahtan itibaren alınan veriye bakayım.”

Diğer ikisi sakince sandalyelere geçtiler. Susmayı tercih ettiler.

Yalçın dataların indiği zamanları karşılaştırdı. Üç saat önce dataların kesildiği anlaşılıyordu. Zaman damgaları bunu açıkça ortaya koyuyordu. Tam kesilme zamanın bir kaç denemede belirledi ve fotoğrafları harmanladı. Heyecanlıydı. Ekranda gördüklerine emin olamıyordu teyit etmek için ekrandaki haritada birkaç noktada daha veriyi görselleştirdi.

“Şimdi gelin anlatacaklarım var ama hepsi mantıklı olmayacak.”diye seslendi Yalçın. Gözlerini hala ekranda alamamıştı.

Bilgisayarın başına toplandılar. Bir tane videoyu oynatmaya başladı. Uzaktaki bir kamerada sis tabakasının hızlı bir ilerleyişi gözüküyordu. Uzakta sarp bir tepe vardı. Sis tabakası sağdan ovadan gelerek yukarı doğru tırmanmaya başladı ve birden büyük bir kuvvetle yukarı fışkırdı ve gökyüzünü kapatmaya başladı. Video buradan kesiliyordu.

“O tabaka, yukarı mı doğru çıkıyor.” diye sordu Selin.

“Evet ta kendisi, bir sis tabakasının tam tersine aşağı doğru hareket etmesi beklenir. Yukarıda zaten güneş ile sıcaklık ile dağılır.”

“Peki ya nasıl oluyor bu? Değişik bir hava akımı mı var?”

“Bilemiyorum ama normal değil. Şimdi şuna bakın. Bu sahadaki üç adet meteoroloji ölçüm noktamızdaki beş metre yükseklikteki rüzgar hız ve yön değerleri.”

“Hepsi birbirinden farklı eee?”dedi Selahattin.

“Pek değil. Şimdi yönlerine haritadaki pozisyonlarına göre bakın. Biri güneydoğu, biri kuzey batı biri de doğuya doğru esiyordu değil mi?”

Haritada istasyonların konumlarının rüzgar gülleri ile eşleştirmesine bakıyorlardı.

“Sanki orta noktasından bir yerden tüm sahaya bir akım yayılıyormuş gibi.”

“Sis …sis burada mı yayılıyor? Ulan neyin içine düştük be.” diye sordu Selahattin.

“Evet benim teorim bu yönde. Sisin çıkış noktası bu. Dahası da var. Bu noktaların sıcaklık ölçümlerine bakın. Birbirlerinden bir iki kilometre uzaklıkta da olsa en yakın ölçüm istasyonun sıcaklığı en az sekiz derece daha yüksek. Şu anda bizim olduğumuz noktada sıcaklık beş derece. Orada kaç biliyor musunuz? Tam yirmi üç derece.”

“Sıcak bir sis yani haritadaki şuradan yayılıyor.” dedi Selahattin. Parmağıyla üç istasyonun orta noktasını kabaca göstermişti.

“Hem de o noktaya yakınlaştıkça rüzgar hızımız ve sıcaklığımız da artıyor. Bir tür gayzer gibi bir şey. Ve orta noktanın bir adı var öyle değil mi Selin?”

Selahattin Selin’e döndüğünde donuk dehşet içerisindeki yüzünü yeni fark etmişti.

“Abla …abla noldu sana?”

“Selahattin o …o nokta mağara…mağara çıkışımız!”

Yalçın “evet bir iki yüz metre sapabilir tahminlerim ama hiç zannetmiyorum. Bu kadar tesadüf fazla. Bence o nokta o mağaranın üst girişi. Bir şey o mağaradan dışarıya yayılıyor ve fışkırıyor. Biz de bir fıskiyenin nasıl çok yakınında durursan ıslanmazsın bence o alandayız . Üstümüzden fıskiye fışkırıp gidiyor ama altında hala ıslanmamış bir alan var. Biz ıslanmadan dışarı çıkamıyoruz bir anlamda.”

“Sıçtık ya. Bu ne ya? Abla sen de bir şey söyle!”

“Bilmiyorum Selahattin, bilmiyorum ne dememi bekliyorsun. Alt tarafı bir kazı alanıydı orası işte.”

“Şimdi size daha da ilginç bir şey göstereceğim.” dedi Yalçın.

İkisi de sus pus bilgisayar ekranına bakıyordu. Tab tuşu ile başka bir ekranı açtı. Aynı haritaya bakıyorlardı ama haritada yeşil noktalar vardı. Yalçın “oynat” tuşuna bastı ve noktalar harekete geçtiler. Üst kısımda iki gün öncesinden oynatımın başladığı anlaşılıyordu. Bir kaç sabit nokta “fkp1” ve “fkp2” diye adlandırılmıştı.

“Şunlar fotokapanların yerleri yeşillerde izleme cihazı taktığımız dağ keçileri”

Yukarıdaki video zamanı yavaş yavaş akmaya başladı. Saatlik aralıklarla ilerliyordu. Yeşil noktalar dağın değişik alanlarından ilerliyormuş gibi gözüküyordu. Dünkü tarih belirdiğinden yeşil noktalar birbirlerine biraz yaklaşmaya başladılar. Dün geceye geldiklerinde ise artık yeşil noktalar bir küme haline gelmiş tek bir noktaya doğru hareket ediyorlardı.

Birden sabah saatlerinden yeşil noktalar haritadan kayboldu. Zaman damgası videoda sabah saatlerini gösteriyordu. Son görüntü haritada donup kalmıştı. Kuşku götürmez şekilde bir öbek halinde mağaranın orada kaybolmuşlardı.

“Keçiler yok mu yani artık.”

“Hem de üç tam büyük sürü ve iki küçük sürü birleşerek bizim şu yerde ortadan kayboldu. Bu artık tesadüf olamaz.”

“Foto kapanlarda da bir şey yok mu? Gerçekten garip.”

“Bir iki tanesi tahrip olmuş ama bir tanesinde garip bir fotoğraf yakalabilidim.”

Resim ftp4 istasyonundan sabaha karşı çekilmişti. İleride bir keçi başı sisler arasında hayal meyal seçilebiliyordu. Ama vücudu anlaşılmıyordu.

“Tamam en azından bir tanesini görebilmişiz şu yok oluştan sonra.”dedi Selin.

“Tam olarak değil. Selahattin sence bu mesafeden çalılara falan da bakarak söyle o kafa yerden ne kadar yüksektedir?”

Selahattin baktı ve bir şeyler mırıldandı.

“Boynuzlarına bakarak normalden taş çatlasa bir-bir buçuk metrede olduğunu söylerdin değil mi?”

“O …o şey en azından üç metre yükseklikte dev gibi bir şey”dedi Selahattin.

Üçüde Selahattin’in keçi yerine “şey” demiş olmasından istemsizce ürpermişti.

Normalde özel günler için sakladığı bir iki parça eti ızgaraya atan Yalçın kafasını dağıtmaya çalışıyordu. Öğlen saati gelmişti. Yemek yerlerse biraz sakinleşebileceklerini düşündü. Ne yazık ki buzdolabınde bir bira dahi yoktu.

Selin bilgisayar başına oturmuş hala dataları karşılaştırıyordu. Dev bir fotoğraf yığınına dalmış bu garip duruma insan aklının alabileceği mantıklı bir açıklama yapıştırmaya çalışıyordu.

Selahattin ise soğuk kahvesini yudumluyor, dışarıyı seyrediyordu. Çocuk sanki bu bir günde on yıl yaşlanmış gibi duruyordu. Omuzları düşmüş, dirseklerini masaya dayamış ellerini saçlarının arasında sinirli sinirli gezdiriyordu.

“Hadi yemek hazır biraz bir şeyler yememiz lazım.”dedi Yalçın.Tabildotları tabak olarak kullanıp servise başlamıştı. Etin yanından dünden kalmak pilavı güzelce pay etmişti. Su arıtma sisteminden doldurduğu sürahi zaten ezelden beri masadaydı.

Üçlü oturup sessizce yemeklerini yemeye başladı.

“Güzel olmuş,biraz kekik mi var”diye sordu birden Selin.

“Geçen yürüyüşte toplamıştım. Öyle bir deneyeyim dedim.”

“Güzel tat vermiş, eline sağlık” dedi Selahattin ağzı dolu. Üçü de biraz normal bir konuşmanın arzusunu kemiklerinde hissediyordu. Biraz normalleşme, biraz sisin dağılması ve normal gerçekliğe dönüş…Halbuki şimdi normal ne kadar da uzak bir kelimeydi.

Yalçın günün ikinci kahvesini koyup karıştırırken dışarıya doğru baktı. Gözü bina dışına koyduğu pencere kenarındaki termometreye takıldı.

“Sıcaklık burada da yükseliyor. Dışarı çıkıp bakacağım.” dedi Yalçın.Botlarını giyip iki kademeli girişten dışarı çıktı. Üstünde palto olmamasına rağmen üşümedi. Hava ısınmıştı. İleride o garip sisin kalınlaştığını, sıvılaştığını gördü. Hemen içeri döndü.

“Daralıyor. Sis alanı sanırım daralıyor. Bu gidişle bir yarım saate burada olur.”

Endişe odayı kapladı. Sözü devam ettiren yine Yalçın oldu;

“Çıkmamız lazım. Hemen toparlanıp gidiyoruz.” Selahattin bunu duyunca ağzına etleri daha bir hızlı tıkıştırmaya başladı.

“İyi de nereye?” Selin durumun farkındaydı sadece cevabın başka bir şey olmasını diliyordu.

“Çember daralıyor bu işin merkezine doğru yürümemiz lazım. O sise girersek ne olacağını bilmiyorum. Aşağıda yazlık dağcılık ekipmanları var birkaç kazma ve hala işimize yarayabilir. İyi de iki çanta alalım. Sadece yağmurluk alın hava ısınıyor.”

“Silahı arabadan alayım. Bir kasatura ve pusula da olması lazım.”

“Evet iyi olur. Selin ben hazırlıkları hallederken sen hem bilgisayara hem de yazılı olarak bir yere biraz not al bu durumu anlat. Ne olacağını bilmiyorum ama bir şey olursa burada olanları bilsinler. Ayrıntıları kaçırma ne kadar manyakça da olsa her şeyi yaz. En son üçümüz imza da atacağız.”

Yalçın aşağıda ekipmanı hazırladıktan sonra yukarı çıktı. Selin temiz bir metin hazırlamıştı. Gerekli de olsa son imzalar grubun moralini düşürdü. Sanki vasiyetlerine son imzaları atıyorlardı. Bilinmeze olan garip bir yolculuk onları bekliyordu.

Mağaradaki kazı alanı dağ evinden beş kilometre uzaklıktaydı. Yayan olarak gidilirse normal şartlarda bir saatte alınabilecek bir mesafedeydiler. Aldıkları sandviç, su ve diğer erzaklar ile bu biraz daha yavaş ilerleyecekleri anlamına geliyordu. Bunun yanında sis ve yerdeki hafif kar hesaba katılırsa bir buçuk saatlik bir yürüyüş olacağını kestiriyorlardı.

Ekip dağ evinin önünde hazırlandığında sis gerçekten çok uzak değil, elli metre ötede o garip sıvımsı halini almıştı. Son kez görüyorlarmışcasına dağ evine baktıktan sonra dağın yamacından yukarı doğru yürüyüşe başladılar.

Yamaçtan yukarı doğru tek sıra halinde yürüyorlardı. Önde Yalçın en ağır çantayı sırtlanmış ortada Selahattin ufak bir pusula ve silah ile tetikte yürüyordu. Arkadan gelen Selin ise ikinci çantayı sırtlamıştı.

Yukarıya doğru henüz yarım saat yürümüşlerdi. Hava hala soğuktu ama sisin azaldığını görebiliyorlardı.

Yalçın durdu ve eliyle yamacın sağ yanını işaret etti. “Kazı alanı şu taraftan mı Selin ?”

“Evet ama orası biraz sapa bu siste nolur yol bilmiyorum.”

“Önemli değil bence bu sis azalacak. Bir öyle şansımızı deneyelim.”

Botları hafif çamurlu hafif nemli otlar arasında ıslanmıştı. Depodan aldıkları dağcılık kıyafetlerinden biri Selin’e bol gelmiş olsa da soğuğu iyi kesiyordu. Adımlarını düzleşen yolda hızlandırarak devam ettiler.

İlerlerken birden uzaktan bir boru sesini duydular. Şimdi bulundukları küçük yaylanın doğuya doğru hafif eğimi vardı. Alt kısımlarda bazı noktalarda kar birikmişti. Dağın yapısı gereği bir iki metrelik kayalar bu yayladan dev dişler gibi topraktan çıkıyordu.

“Bu ne ya? Herkes bir dursun” Selahattin tedirgin olmuş omzundaki G3 tüfeğini yere dayamıştı.

“Bir boru sesine benziyor ama daha önce buralarda hiç duymamıştım.” dedi Selin.

Batıdaki yaylanın üst kısımları hafifçe sis ile kaplıydı. Boru sesi az önce buranın arkasında gelmişti.

Yalçın yamaca baktı. Sis hafifçe rüzgarın etkisiyle geri çekiliyor gibiydi. Yürüyüşünü yavaşlattı, bir şeyin varlığı onun canını sıkmıştı. Biraz daha dağı ve sis tabakasını süzdü.

“Şurada… şurada bir şey var hareket ediyor.” dedi Selin arkadan. Onun gösterdiği noktaya baktılar. Bir şey sisten çıkıyordu.

“Keçilerden biri mi o” diye sorarken Selahattin sisin içinde büyük dev iki boynuz beliriverdi. Bir keçinin 2-3 katı boynuzlar sisteydiler ve o boynuzları taşıyan şey yerden onlardan çok daha yüksekteydi.

Karartı az çok insana benziyordu.

“Siper alın, hemen saklanın!” dedi Selahattin. Yandaki kayaların arkasına pay oldular. Selin yakındaki küçük kayaya Selahattin ve Yalçın yatık büyük yosunlu bir kayanın arkasına sığındı. Hepsi göz ucuyla karartının sisten çıkmasını izliyorlardı.

İki yüz metre ötedeki yaratık sisten çıktığında korku üçünün de bedenini kapladı. İki ayağı üzerinde yürüyen bu canlı tepeden tırnağa tüyle kaplıydı. Kafası ise az veya çok dağ keçilerini andırıyordu. Kaslı kolları değişik geometrik parlak renkli şekillerle boyanmıştı. Dev gibi cüssesinin yanında garip bir de çanta taşıyordu. Cüssesine bakarak belki dört yüz kiloluk bir kas yığınıyla karşı karşıyaydılar. Ayakları hala keçilerinki gibi toynaklıydı.

Hayvan giderek onların bulunduğu alana doğru yaklaşıyordu. Arada bir havayı kokluyor, kafasını çevirerek etrafını kolaçan ediyordu.

Korkudan yerinden kıpırdayamayan üçlüyü en rahatsız eden şey yüzü olmuştu. Bu kadar uzaktan bile olsa yüzünü gören biri bir hayvana baktığını söyleyemezdi. Yüz ifadesi düşünen ve planlayan bir yaratığı andırıyordu.

Selahattin silahını indirmiş, mermilerini namluya sürüyordu. Yalçın gidelim işareti verdi ve ters yöne doğru yamacın daha aşağı kısımlarına devam etmek istediğini belirtti. Sinem hızlı bir hareket ile onların bulunduğu yatık taşın yanına geçti. Üçü de ilk başta çömelerek yollarına devam ettiler. Yamaçta yaratığın göz mesafesinden çıktıklarında hızlı hızlı adımlarla kuzey doğuya doğru hareket etmeye başladılar.

Yaratık da sadece düz bir çizgi halinde hareket etmiyordu. Alan tarıyor gibi bir hali vardı. Bir şey arıyor gibiydi. Şimdilik bu grubun işine geliyordu yine yukarı doğru yolda tırmanırken aradaki mesafeyi dört yüz metreye kadar açabilmişlerdi.

Nefes nefese kalsalar da, bacaklarını elleriyle itmeleri gerekse de hızlı hızlı yamacı tırmanmaya çalışıyorlardı. Can havliyle normal hızlarının iki katına kadar çıkmışlardı. Arada bir Yalçın duruyor Selin ve Selahattin’i bekliyor bu sırada yaratığın yerini belirlemeye çalışıyordu. Yukarı çıktıkça büyük diş şeklindeki kayalar çoğalmış ıslak düz zemin yerini taşlık bir araziye bırakmıştı.

Şu ana kadar kayaların arasında gizli gizli şekilde hareket etmeyi başarmışlardı. Yaratığı çok iyi seçmese de karartı olarak nerede olduğunu anlayabiliyordu. Bu son kısımda açık hale geleceklerdi. Geçiş için iyi bir zamanı kollamaları gerekliydi. Yalçın yaratığın pozisyonuna bakarken Selahattin ilk geçip yakındaki kayada siper aldı. Sıra Selin’deydi. Hızlı şekilde başlayan Selin on metrelik mesafede bir yosuna bastı ve kaydı. Selahattin ve Yalçın’ın aklı gidecek gibi oldu. Yalçın yaratıkta bir değişiklik var mı diye baktı. Aralarında üç yüz metreye yakın bir mesafe olsa da hareketleri uzaktan görülebilirdi.

Neyseki Selin toparlandı ve sürüne sürüne ikinci kayada Selahattin’in yanına kıvrıldı. Sıra Yalçın’daydı.

Yere yakın şekilde adımlarını küçülterek yosunlu ıslak taş zeminde yürümeye gayret etti. Göz ucuyla yaratığın boynuzlarını seçerken açıkta kaldığını hissetti. Yaratığın kafası ani bir hareketle bulundukları noktaya odaklandı.

“Gördü ….gördü kaçın hadi kaçın…”

Yaratık üç yüz metrelik mesafede büyük zıplar adımlarla beşer beşer mesafeyi kapatıyordu. Grup ise tepeye doğru hızlı adımlarla kayaların arasından yukarı çıkıyordu.

“Tepeye…tepeye ulaşırsak avantaj bizde olur…” dedi Selahattin nefes nefese. En önden giden oydu. Arkasında Selin ve Yalçın hızlı şekilde ellerinden gelen ne varsa onla yukarı tırmanmaya çalışıyordu.

Selahattin tepeye ulaştı ve kendini yere attı. Silahını kurup aşağıdaki vadiye namlusunu çevirdi. Yaratık şu ana kadar elli metre arayı kapamıştı.

Yalçın ve Selin Selahattin’in yanına ulaştığında o ilk atışı yapmıştı. Mermi yaratığı yanından yalayıp geçti.

“Seni yavşak oç, gel de bu mermiye kafa at bakalım.” Selahattin küfür ede ede tekrar konsantre oldu.

Yaratık sağ, sol hareketler yaparak zikzak çizerek çok hızlı bir şekilde büyük kayaların arasına daldı.

“Vur hadi niye bekliyorsun” dedi Yalçın

“Nasıl vurayım, o şey taşların arasına daldı. Hem iki yüz metreden bir şey vurmak ne kadar zor biliyor musun sen? Film mi zannettin bunu. Basınca tetiğe ölüyor mu?”

“Napcaz o zaman tüfeği kafasına mı atalım.” dedi Yalçın.

“Hayır süngü takıp hücuma kalkalım istersen, sonra da o dev gibi boynuzlarını midemize taksın. Rahat ver be az!”

“E iyi be, napcaz o zaman?” dedi yalçın.

“Açıklığı bekliycez, bizim demin geçtiğimiz yer yüz metre ötede orayı geçmek istiyorsa açığa çıkacak. Mermim sayılı ama otomatiğe alırım. İlk bir iki ateş edip son kulvarda basılı tutcam tetiğe. Et yığınına döner.”

“Kaç tane var bilmiyoruz hepsini harcama. Mermini sakla” dedi Yalçın.

“Şarjörde yirmi mermi var bir de yedek şarjör. Yapabilirsem hızlı basıp bırakıcam on mermi falan gider.” dedi Selahattin.

Yalçın bir an için içgüdülerini düşündü. Kendinden daha güçlü bir canlının varlığında ilk aklına gelen şey dehşet ve onu öldürme içgüdüsüydü. Bir şeyi tanımıyor olmaları onlara onu yok etme hakkı tanıyor muydu? Ama bir şey vardı, o garip vahşi vücut boyasında o etrafı tarayan bakışlarda bir tehdit vardı. Bilmese de hissediyordu. O arkaik korku soğuk gibi kemiklerine işlemişti.

“Göremiyorum …nerde o ? o keçi boynuzlarını görüyor olmamız lazımdı.”

Telaşlı Selin ve Yalçın aşağıdaki yamacı gözleriyle tarıyordu.

“Sol tarafa değil.” dedi Selin.

Bunu demesiyle beraber. Yaratık seyrek taşların arasında tırmanışa çıktı. Selahattin nefesini tuttu, ayağını sağlamlaştırdı ve yerde nişan aldı. Ses dağda yankılandı ve mermi yaratığın bir iki saniye önce olduğu noktadan geçti. Yaratık keskin şekilde hareket etmiş olmasa mermi etine saplanmış olacaktı.

“Hassiktir ya, hassiktir yaa, ulan ya. Daha dur ama bir yanaşsın, o zaman eleğe çevireceğim”.

Sinirli şekilde yaratığın kendilerine yaklaşmasını beklediler. Selin sıkıntıdan ellerini yoluyordu.

Herkesin şaşkın bakışları altında yaratık beklenmedik birşey yaptı. Yaklaşık iki yüz metre ötede yere çömeldi,bir taşın arkasına saklandı ve çantasına uzandı.

Yaratık birden vücut olarak genişleyerek kafası üzerinden bir yarım ay yapıp onlara doğru bir şey fırlattı.

“Siper alın. Bombaaaaaa!” diye bağırdı Selahattin. Kendilerini güç bela bir taşın arkasına attılar.

Cisim uçarak onlara top mermisi gibi geldi ve kayalardan birine çarptı. Ortalarından patlayan şey onlarca parçaya ayrıldı.

Üçünün vücuduna beş altı santimlik çakıl taşları isabet etti. Ayakları ve ellerinde bazı yerler kesilmişti.

“Aaaahhhh bacaklarım” diyebildi Selin. Kan onun sol bacağından sızıyordu.

“Şarapnel mi? Nasıl bir bomba bu?”

“Bir taştı sadece, çok hızlı atıldı” Yalçın kollarındaki çiziklerden kanlar akıyordu. “Bu parçalardan biri başımıza isabet etseydi ölmüş olurduk. Hareket etmeliyiz. Ama kafasını çıkardığında yine bir mermi sık. Yavaşlasın, temkinli olsun biraz.”

“Tamamdır. Taş ha” baldırına saplanmış bir taşı çıkarırken “ bomba olmamasına sevindim.” dedi Selahattin.

Selin korkuyla “o bomba gibi şey havada tam bir yumurtaydı. Aerodinamik bir Amerikan futbol topu gibi. Şu kazı kasasında gösterdiklerim gibi. hatırlasana Yalçın!” diye bağırdı.

Yalçın “Bunu uzun zamandır yapıyor olmalılar. Bugün sıradan bir gün değil, hazırlıklı gelmiş. Neyse bunu sonra düşünürüz ilk önce hayatta kalalım” dedi.

“Siz yürümeye başlayın ben size yetişirim” dedi Selahattin. Göz göze geldiler ve bunun bir intihar girişimi olmadığında emin oldular. Selahattin’in mantıklı davranacağından yüz ifadesine bakarak emin oldular ve kendi görevlerine odaklandılar.

Selin ve Yalçın iki tane çantayı yüklendiler ve ıslak otlara ve kayalara basarak dağa doğru tırmanmaya koyuldular. Arkalarında Selahattin yerde siper almış şekilde yüzü yere koyun yatıyordu. Onlar tırmanırken kafasını onlara bir an bile çevirmedi. Gözleri aşağıda yamaçta yaratığın son gördükleri yere odaklanmıştı.

Kan ter içerisinde bir yirmi dakika yürüdüler. Yamacın üst kısımlarında artık baya kayalık bir alandaydılar. Sis giderek burada bir beyaz dumana dönüşüyordu. Uzaklardan bir atış sesi daha duymalarıyla durmaları bir oldu.

“Selahattin! Umarım o çocuğa bir şey olmaz” dedi Selin endişeyle.

Yalçın da endişeliydi ama belli etmemeye çalıştı. Şimdi aşağılarda neler olduğunu çok merak ediyordu.Şu durumda eğer yaratık Selahattin’i geçmeyi başamışsa durumları sıkıntıdaydı.

“Haydi devam etmeliyiz. Selahattin eğer o şeyi vurabildiyse ya da yaraladıysa bize ulaşması uzun sürmez.”

“Evet adımlarımızı da hızlandırabiliriz. Sıcaklık artıyor yakında şu üstümüzdekilere de gerek kalmayacak zaten.” dedi Selin.

Yalçın hızlıca üstündeki çıkarmaya başladı.”

“Çok haklısın çabuk çabuk sen de çıkar hepsini. Sen de terlisin değil mi, kokuyorsun?”

“Ya tabi ki ama hijyensizlikten şu anda ölmeyiz öyle değil mi?” dedi Selin utanarak.

“Hayır hayır. Yani o giydiğin kıyafetlere falan hep kokun sindi. Bu çok iyi. Şimdi şu sırt çantalarından birini ver bana, biraz da ip”

“Zamanımız yok zannediyordum.”dedi Selin.

“Bu bize zaman kazandıracak aslında” Elleri ve kolları hızlıca çalışıyordu. Çekirdeğinde bir çanta olacak şekilde içine de biraz ağırlık olsun dik dursun diye taş koyarak çantayı dik hale getirdi. İkisinin kıyafetlerini içi dışarıya gelecek şekilde çantaya bağladı. Sonra da onu uçurumun yanına doğru taşıdı ve dik bir yamaçtan bir silindir gibi yuvarladı.

Çanta bir sosis gibi yuvarlana yuvarlana yamaçtan aşağıya doğru gitti. Sisin içinde kayboldu.

“Şimdi biraz zamanımız var işte” dedi Yalçın yaratımından memnun bir şekilde.

“Koku mu? Onun peşinde mi gidecek?”

“Yani yarı hayvan bir şeyle karşı karşıyayız. Bizi arıyorsa bir ihtimal o sırt çantasını bulmak için zaman harcayabilir. Sonuçta sen dedin içindekilere ihtiyacımız olmayacak. Hem yükümüz hafifledi hem de bir ihtimal zaman kazandık.”

“Neyse haydi kazandığımız zamanı böbürlenerek harcamayalım bari. Üstteki mağara girişinden artık çok uzakta değiliz. Ama son kısım zorlu geçebilir.”dedi Selin.

“Bu kolay kısmı mıydı?” dedi gülerek Yalçın. Tek çanta sırtında üstlerinde tişörtten hallice yazlık trekking kıyafetleri ile tekrar dağı tırmanmaya başladılar.

“Kazı alanına girişi birazdan görüyor olmamız lazım. Düzlük şu tarafta.”

Selin eliyle yamacın son kısmında yukarıyı gösteriyordu. Artık hava baya ısınmış o garip sis yoğunlaşmıştı. Yalçın düzlüğe çıksalar bile bir şey görüp göremeyeceklerinden emin değildi.

Selahattin’i merak ediyordu son on dakikadır bir silah sesi duymamışlardı. Yalçın’ın aklına çantasında atmadığı teknik kazma dışında pek bir silah gelmiyordu. Karşılarındaki yaratık iki yüz metreden kozalak bombaları atarken bunun ne derecede yararlı olacağı ise soru işaretiydi.

Düzlüğe çıktıklarında bir rüzgar akımı kendilerini karşıladı. Muhtemelen yamaçtayken bu rüzgardan kuytuda etkilenmiyorlardı. Ama şimdi düzlükten yüzlerine doğru acayip bir rüzgar esiyordu. Kafalarının üstünde ise o garip sis dalga dalga dağa yayılıyordu. Sis burada azalarak mekana dağılmamıştı. Yoğundu bir baca gibi bir noktadan çıkıyordu.

Ve o nokta hiç şüphe götürmeyecek şekilde kazı alanının üst giriş deliğinden başkası değildi.

“Orada, problemlerimizin hepsi oradan yayılıyor.” dedi Yalçın.

“Gidemeyiiiz….görmüyor musun oradan çıkıyor!” dedi Selin. Elini gözüne siper etmişti. Şiddetli rüzgardan gözleri sulanıyordu.

“Oraya ulaşmak zorundayız. Her şey o noktaya doğru daralacak. Yoksa o sis bizi içine alıp yok edecek.”

“Saçmalama orası kaynıyor olmalı. Bir tür baca olmuş. Bir yol daha var…aşağıdaki yamaçtan” Selin artık tüm gücüyle bağırıyordu. Rüzgarın uğultusu onun sesini bastırıyordu.

İkiside çaresiz yamaca doğru geri döndüler. Aşağı doğru seke seke iniyorlardı.

“Şimdi sağ tarafta bir patika var orayı izlemeliyiz. Ben öne geçeyim.” dedi Selin.

Yüz metre aşağıya kadar inmişlerdi ki birden yamaçta bir karartıyı gözleri seçebildi. Karartı dikkatli şekilde taşların arasından yürüyordu. Hayvan değildi insandı. Bu Selahattin’di!

Selin heyecanlı şekilde elini kaldırdı ve salladı.

“Hey dikkatini çekebileceğin sadece o değil.”dedi Yalçın.

Yine de Yalçın Selahattin’i tek parça görmekten memnundu. Selahattin onları görmüş yürüdükleri noktayı fark etmiş ve yolunu değiştirmişti. Patikanın ilerisinde on dakika sonra buluştuklarında genç adamın nefes nefese kaldığını gördü.

“Selahattin! Noldu, ne durumdasın?” dedi Selin.

Selahattin’in bacakları kanıyordu. Pantolonunda altında kan öbekleri oluşmuştu.

“İyiyim idare ediyorum. Şu kozalaklardan bir tane daha yedim gördüğünüz gibi. Ama atlatmayı da başardım. Aşağıda bir yerlere gitti birden sanırım.”

“Gördün mü işe yaramış” dedi Yalçın Selin’e dönerek.

“Hadi o zaman acele edelim o keskin yamaç çok dar. O taş kozalaklardan birini orada yemek istemeyiz.”dedi Selin

Tekrar toplanan grup yamacın daralan gölgeli kısmında yürümeye başladı. Sol taraflarında giderek yükselen taş bir duvar sağ taraflarında ise dikleşen bir uçurum vardı. Yüz metre aşağı düşmeseniz de ayağınız kaysa o hareketle kendinizi on, on beş metre aşağıda çok dik bir yamaca bakarken bulabilirdiniz. Kaygan kayalar ve aralardan fışkıran otlar ile yukarı tırmanmanız bir zaman sürebilirdi.

Dikkatlice tek sıra hareket ettiler.

“Kolay kısımlar geride kaldı, şimdi şu dağcılık ekipmanlarını çıkartalım. Selahattin silahla karşıya geçecekse birkaç yeri düzenlememiz gerekecek.”

Gerçekten de ileride sisin içinde eksi patikanın bittiği taş duvar artık görülebiliyordu. Taş duvarın üstünde hafif çizgiler seçiliyor. Bu çıkıntılarda sadece bir ayak koymak için yeterli yer vardı.

“Oha buradan silahla nasıl geçicez ya?”

“Silahla geçmeyeceğiz. Silahı halatlara bağla.” dedi Yalçın.

“Halatları geçiş için kullanırız diye düşünüyordum abla” dedi Selahattin.

“Hayır buna zaman yok, ne eğitiminiz var ne bir şeyiniz. Hızlıca keçi gibi burayı tırmanıp silahı kendimize çekeceğiz. Gereksiz her şeyden kurtulun.”

Yalçın arkasındaki çantayı yere dayadı ve içinden halatları ve teknik kazmayı çıkardı. Hala diğer çantaya koymaktan imtina ettiği ama üstüne kalın gelen eşyaları da dikkatlice çantanın içine koydu. Eğer bütün bu olanlar işlerse yine de uzun ve kısmen soğuk bir geri dönüş yolculuğu onları bekliyor olacaktı.

Önce Selin dikkatlice el yordamıyla geçiş noktalarını tutarak ilerlemeye başladı. Selahattin onu arkasından takip ediyordu.

“Nereye elimi attığıma dikkat edin. Beni taklit edin” dedi Selin. Belli ki bu rotayı daha önce tırmanmıştı. Ama halatsız olarak tırmanmak ayrı bir şeydi.

Büyük bir taşın etrafından adım adım geçerlerken Selin Yalçın’a seslendi.

“Teknik kazmayı ver Yalçın burada bir gedik açmam gerekecek”.

Bir on dakika kazma sesleri eşliğinde uçurum bir taraflarından soğuk bir granit dağ duvarına sarılarak geçirdiler.

“Tamam devam edebiliriz. Yeni açtığım kısma Sol ayağınızı koymaya çalışın. Allah’tan bazı istasyonları sökmemişiz. Onlara basarak çıkarız.”

Üçlü tırmanışa devam ederken bir anırma hayvan sesi onları korkuyla dondurdu.

“Yaklaşmış puşt silahı artık çekmem lazım yoksa eline geçecek. ”Selahattin silaha asıldı ve çekmeye başladı. Aşağıda bazı şeylere çarptığını duyabiliyordular. En dik kısımdan bir yere takmadan silahı kendi seviyelerine çıkarmaya çalışıyorlardı.

Birde aşağıda bir taş sesi duydular.

“Taş kozalaklar! Sese karşılık veriyor herhalde mal. Haydi hızlı olmalıyız” dedi Selahattin.

“Silahı ya hızlı çekin ya da sessiz. Az kaldı ama şu aşamada o şeylerden kaçamayız.”dedi Selin.

“Biraz ileri geri yapalım ses çıkaralım orada olduğumuzu zannetsin” dedi Yalçın. Selahattin bugün ilk defa çok konuşmadan dediğini uyguladı. O sırada Selin elindeki teknik kazmayla bir oyuk daha düzenlemeye çalışıyordu.

Bir kozalak daha patladığını aşağıda duydular.Bu seferki silahın olduğu yere çok daha yakındı.Görünmez bir düşman ile soğuk ve sisli bir savaş meydanında savaşıyorlardı.

Selin bir taş bloğun arkasında kayboldu. Geride kalanlara seslenmesi gecikmedi.

“Sona varmak üzereyiz. Siz ikiniz çabuk toparlanın artık.”

Yalçın ve Selahattin ellerinde iki halat göz göze geldiler. Selahattin kafasını hafifçe aşağı sallayıp onay verdi ve iki adam senkronize şekilde halatı sarmaya başladılar. Silahı bir kez daha taşlara vurduğunu duydular ama son kısmı hızlı ve sessiz şekilde çektiler. Silah ellerine geldiğinde kirlenmiş ve üstünde patlayan taşlarla toz toz olmuştu.

Selahattin alelacele silahı omzuna atarken Yalçın aklındakini sordu;

“Çalışır mı ki?”

“Çalışır, çamurlanmadıysa çalışır. Bir şurada tozunu almam, bir söküp takmam lazım o kadar.” ikisi de son dönemeci geçerek mağaranın alt girişine doğru geçtiler. İçeriden bir sıcaklı yayılıyordu ve gürültü vardı. Garip insani olmayan sesler mağarada yankılanıyordu.

Sis yoğun şekilde bacaklarını ve önlerini tıkıyordu.

“Bu dönemeçten sonra açıklığa geleceğiz.”

Bu sefer aynı boru sesini çok yakında duydular. Az önce tırmanışın başında bulundukları yerden geliyordu.

“Acele edin, acele edin. İlerlemeliyiz” dedi Yalçın.

“Dur bir saniye önümüzde ne olduğunu bilmiyoruz” dedi Selin.

“Ama arkamızda ne olduğunu biliyoruz ve bence o keçi gibi şeyin keçi patikasında çok zaman kaybetmeyeceğini düşünmek yanlış olmaz. Selahattin silahı hazırla ama ben bir şey demeden ateşleme.”

Selahattin kafasıyla onayladı ve yürürken hafif bir temizliğe koyuldu.

Sis artık bu dar geçidi doldurmuştu. İki yanlarından taş dar bir koridordan geçmeye çalışıyorlardı.

“Az kaldı, açıklıkta bir şeyler görmeye başlarız.” dedi Selin.

Ve görmeye başladılar. Sis hafifçe dağıldı ve ortada dev garip bir ateşin yandığı ana mağaraya geldiler. Ateşin muazamlığından üçü de etrafındaki yirmi kadar yaratığa ilk anda görmedi. Ateş tam bir gaz değildi; o sisin ana maddesinden oluşuyordu. Garip bir yeşil rengi ve sıvı formu vardı.

Ateşin etrafında ellerini kollarını ve boynuzlarını kaldırıp indiriyorlardı. Bir trans halinde takılıyorlardı. Daha onları fark etmemişlerdi. Ellerinde ilkel dirgenlerle ateşe bir şeyler atıyorlardı.

Yalçın’ının dikkatinin bir çoğunun üstünde olan vücut boyaları çekti. Aynı ırktan oldukları aşikar olsa da peşindeki canavardan biraz daha küçük yaratıklardı. Boyandıkları renkler daha aydınlık ve seçilen şekiller daha uzun, daha az tehditkar gözüktü.

“Bunlar …bunlar.. harbi keçi adamlar…” Selahattin silahını doğrultuğunda birkaçı ona döndü.

“İndir Selahattin …indir…” diyebildi Yalçın. Gözleri bu garip yaratıkların en küçüğüne beyaz kılları ile kaplanmış ama üstündeki boyadan ileri gelenleri olduğunu düşündüğü birine takıldı. Ellerinde dirgenler bir anda durdular.

“Napcaz ha hepsini vuracak mıyız? Şu hale bak. Bizi şişe geçirip çevirirler.”

“Ya en azından birkaç kişiyi vururuz, korkarlar” dedi Selahattin. Ama yavaşça silahını indirmekten de geri kalmadı..

Yaratıklar garip gırtlaklarını kullanarak birbirleri arasında konuşmaya başladı. Bir kaçı ateşi yerdeki şeylerle harlamaya devam ettiler.

“Şu şeylere bak. Meyve ve saman Yalçın. Vejetaryen bunlar ya.” dedi Selin.

Bu sırada arkalarından büyük bir karartı odaya girdi. Silahını çevirip tetiğe basacakken Selahattin yaratık onu yerden kaldırıp ateşe doğru iki metre fırlattı. O kozalak atan yaratık büyük boynuzlarıyla birden arkalarında belirmişti.

Yalçın sağa Selin solan doğru kaçmaya çalıştığında Selahattin yerden kalkmaya uğraşıyordu. Büyük yaratık odanın ortasına gelip Selahattin’in bacaklarına bastı ve acı içinde bağırmasına yol açtı. Hareket edemeyeceğinden emin olduktan sonra ilgisi başka yöne kaydı.

Büyük yaratık garip sıvı gibi olan ateşin yanına yaklaşarak çantasından bir et parçası çıkardı. Et çok tazeydi ve kan hala damlıyordu. Özenle olmasa da kesilmişti. Selin etin bir kısmına hala yapışmış kamuflaj elbisesini görünce zavallı bir avcının geride kalan parçalarına baktığını anladı. Gözleri doldu.

Eti ateşe fırlattığında ateş bir anda harlandı. Selahattin zaten biraz önce bayılmış Yalçın ve Selin korkudan hareket edemiyorlardı. Kafalarının yukarı kaldırdıklarında tepelerindeki deliği gördüler. Delik giderek o çıkan beyaz duman ile daralıyor adeta o dumanı yutuyor gibiydi. Et ile harlanan ateş bu daralmayı aniden hızlandırmıştır. İlk önce ateşe adağı atan yaratık sonrada diğerleri bu hızlanma karşısında coştu ve mağara ulu ve kadim yaratık böğürtüleriyle inledi.

“Çabuk Yalçın çantayı bana at” dedi Selin savrulduğu köşeden . Yalçın hızlıca artık hafiflemiş olan çantayı iki metre öteye attı. Karanlıkta Selin çantayı deli gibi karıştırmaya başladı..

Büyük cüsseli avcı yaratık Selahattin’e döndü ve öldürücü vuruşu yapmak için hazırlanmıştı.

O sırada karanlıkta arka tarafta Selin ateşe doğru bir şeyler fırlattı. O şey ateşin alevleriyle buluştu.

Yalçın en kötüsü için Selahattin ve yaratığa doğru adım attı. Ne koca yaratıkla birebirde baş edebileceğini ne de başka bir şey yapabileceğini düşünmese de bir şey yapmış ve şansını denemiş olmak istiyordu. Bu ne olursa olsun.

Birden küçük yaşlı olan dirgenini yere vurdu. Hiddetlelen avc yaratıkı iki adım ileri atmak istese de iki kere daha dirgen yere vuruldu. Geri adım atmak zorunda kaldı.

Yalçın Selahattin’in baygın bedenine bakarken avcıyla göz göze geldi. Yaratık ona doğru adım atsa da Yalçın durumu kavramıştı.

“Selin sen sandviçlerimizi ateşe mi attın?”

“Adak olarak adadım evet. Şimdi direk ölmektense dönüşte açlık çekmeyi tercih ettim.” diye sırıttı Selin. Yüzünde bir rahatlama vardı, planı çalışmıştı.

“Öyle gözüküyor ki adağın kabul edilmiş. Bu yaşlı vejetaryen olan hayatımızı kurtardı. Bu bizim büyük baş toplum baskısı ve kanunlarıyla karşılaştı sanırım.”

“Dinleri ve ritüelleri ilginç. Habil ile Kabil hikayesindeki gibi bu sunak hem et hem de ot kabul ediyor. Bizimki sanırım etçil taraftan ve hiç de memnun değil.” dedi Selin.

“Bilimsel tespitler için hiç zamanı değil Selin, başımızı eğip şurda oturalım da Selahattin’e bakalım.”

Boru gibi tekrar bağırarak mağarayı inleten büyükbaş diğer üyelerin kısa böğürtüleriyle susturuldu.

Yavaş yavaş yaratıklar danslarına ve dirgenlerle mevcut ateşi beslemeye geri döndüler. Yalçın ve Selin baygın Selahattin’in yaralarına bakıyordu. Etraflarında duran bir iki dirgenli yaratık çok tehditkar görünmese de bu işler bitene kadar bir yere gidemeyeceklerini söylüyordu. Selin bu sırada etrafı inceliyor kafasında not alıyordu. Bütün bunlar bittiğinde işi için her şeyi hatırlaması gerekecekti.

Önlerindeki altı saat boyunca bulundukları noktada kaldılar. Selahattin yavaş yavaş kendine gelme belirtileri gösterdi. Başka yerlerden gelen yaratıklar devamlı ot ve başka adaklar getiriyor, garip ateşi besliyordu. Büyükbaş şu anda odada yoktu dışarı başka avlar için gitmişti. Başka bir insan bulmaması için dua ettiler.

Yukarıda tavana baktıklarında deliğin kapanmakta olduğunu gördüler. Son saat artık kafaları duman altı olmuştu. Dev bir uyuşturucu partisinin ortasında gibi hissediyorlardı. Artık sıcaklık çok yükselmiş hayal ile gerçek dans ile bağırtılar birbirine karışmıştı. Son bir kez yukarıdaki kapanan deliğe bakmak için kafayı kaldırdıklarında tek gördükleri kapanmış dev bir mağara tavanıydı.

Sabah soğuğu ile uyandıklarında eğer başlarından geçeni onlara anlatsaydı üçü de buna inanmazdı. Dün ile bugün arasındaki tek fark mağara tavanında kapanmış bir delikti. Dönüşte dikkatlice keçi patikasından ve istasyonlardan geçerken hiç konuşmadılar. Selahattin zor hareket etse de Selin ve Yalçın’ın yardımıyla yürüyebiliyordu.

Dağdan aşağıya doğru iniş tabi ki yukarıya çıkıştan daha kolaydı. Fakat bunu üşürken ve karnın açken yapmak başka bir zorluktu. Son düzlükte artık dağ evi gözüküyordu.

“Abi napcaz ya o şeyler…”diyebildi Selahattin. Sesi titriyordu. Kamuflajı kan içerisindeydi.

“Ne olursa olsun o tavanı bir daha hiç açmayacağız. Duydun mu beni Selin” dedi Yalçın.

“Tabi…ama o zavallı avcı…Allah’ım bunları nasıl açıklayacağız.”

“Biz açıklamayacağız. Böyle birşey nasıl açıklanır ki. O adam resmiyette dağda kayboldu ve öldü. Dev bir ateşe odun olmadı.”

“Evet keçiler de iki ayak üzerinde yürümedi. Senin şu yırtılan kamuflajına da bir şeyler bulmalıyız. Belki depoda eski bir şeyler vardır.”

“Keçiler..” dedi Selin.

“Hayır bakın evin etrafına bakın.” Selin aşağıdaki evi işaret etti.

Bir dağ keçisi sürüsü güneş panellerinin etrafını sarmış sakin sakin otluyorlardı. Kafalarını arada bir kaldırıp onların eve gelişlerini gözlüyorlardı.

* Askerde uzun dönemler kısa dönemleri aşağılamak için “poşet” diye çağırır. Bunun sebebi rivayete göre ertesi gün genel kontrol olan bir kışlada ayakkabı boyasının bozulmasını istemeyen bir kısa dönemin nöbet yerine ayakkabılarına bağlı poşet ile gitmesidir. Bu sonrasında alay konusu olmuştur..

Oy kullanabilmek için giriş yapmalısın. Eğer üyeliğin yoksa buradan kayıt olabilirsin.

Hızlı Yazı Geri Bildirim Tablosu

İkonların üstüne getirerek anlamlarına bakabilir,tıklayarak geri bildirimde bulunabilirsiniz.Ayrıntılı açıklama için "Sembol Kütüphanesine" başvurun.Verilen puanlar geri alınamamaktadır.

  • Hikaye Temposu Düşük
    Hikaye Temposu Düşük
  • Yavaşla Biraz Dostum!
    Yavaşla Biraz Dostum!
  • Anlaşılması/Takip Etmesi Zor
    Anlaşılması/Takip Etmesi Zor
  • Hikaye fikir için fazla kısa
    Hikaye fikir için fazla kısa
  • Hikaye fikir için fazla uzun
    Hikaye fikir için fazla uzun
  • Tam zamanında!
    Tam zamanında!
  • Mantık hataları ve Tutarsızlıklar
    Mantık hataları ve Tutarsızlıklar
  • Detay Eksikliği
    Detay Eksikliği
  • Detay Fazlalığı
    Detay Fazlalığı
  • Güzel Ayrıntılar
    Güzel Ayrıntılar
  • Güzel fikir ama uygulama daha iyi olabilir!
    Güzel fikir ama uygulama daha iyi olabilir!
  • Ortalam fikir ama iyi uygulama!
    Ortalam fikir ama iyi uygulama!
  • Bıçak gibi keskin uygulama
    Bıçak gibi keskin uygulama
  • İyi dilbilgisi ve imla kullanım.
    İyi dilbilgisi ve imla kullanım.
  • Komik!
    Komik!
  • Güçlü Sembolizim
    Güçlü Sembolizim
  • Kör gözüne parmak
    Kör gözüne parmak
  • Gönderme Bağımlısı
    Gönderme Bağımlısı
  • Sağlam Kökler
    Sağlam Kökler
  • Zamansız
    Zamansız
  • Teknoloji Açıklama Kitapçığı
    Teknoloji Açıklama Kitapçığı
  • Derin ve Canlı Karakterler
    Derin ve Canlı Karakterler
  • Tek Boyutlu karakterler
    Tek Boyutlu karakterler
  • Stereotip Karakterler
    Stereotip Karakterler
  • Seçilmiş Kişi Sendromu
    Seçilmiş Kişi Sendromu
  • Karakterin motivasyonu/hareketleri/arka hikayesi uyumsuz
    Karakterin motivasyonu/hareketleri/arka hikayesi uyumsuz
  • Hikaye Sıkıcı ve Sıradan
    Hikaye Sıkıcı ve Sıradan
  • İlham verici
    İlham verici
  • Taze Fikir!
    Taze Fikir!
  • Sürükleyici!
    Sürükleyici!
  • Mükemmel bir Yolculuk
    Mükemmel bir Yolculuk
  • Fazla Düz Anlatım!
    Fazla Düz Anlatım!
  • Yaşanabilir Atmosfer!
    Yaşanabilir Atmosfer!
  • Bu Gezegende Yaşam Yok!
    Bu Gezegende Yaşam Yok!
  • Enteresan Burgular/Ayak oyunları
    Enteresan Burgular/Ayak oyunları
  • Fazla Tahmin Edilebilir
    Fazla Tahmin Edilebilir
  • Seri Üretim
    Seri Üretim
  • Tanrının Eli!  Deus Ex Machina
    Tanrının Eli! Deus Ex Machina
  • Umut Vadediyor
    Umut Vadediyor
  • Başyapıt!
    Başyapıt!
  • Kötü Fikir
    Kötü Fikir
  • Yakıt/Fikir Az
    Yakıt/Fikir Az

1 Comment

  1. Reply

    Good Stuff.!

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

You may use these <abbr title="HyperText Markup Language">HTML</abbr> tags and attributes: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.