
Yazar Döngüsü

Döngü
Doğa olayları ile insan yaşamı arasında paralellik kurmayı seviyorum. O yüzden şimdi biraz dünyanın su çevirimi üzerine konuşacağız. Üsteki görsele dikkat edecek olursanız anlık olarak dünyadaki en büyük su payı doğal olarak okyanuslara ait (1320 birim ile) ona en yakın şey buz kültesi oda sadece 29.2 birim su tutabiliyor. Karala ise toplamda yağışlarla (0.110) ıslanıyor ve kara üstü akışta yaklaşık 0.13gibi bir pa kapıyor. Şimdi okyanuslar o kadar büyük ki bir ekosistem oluşturmak için karaya pek ihtiyaçları yok. Her şeyleri var ve mükemmeller (bu şimdi klasik ve uluslararası eserler olsun). Yani bir canlı tüm hayatını uygun ise okyanusta geçirebilir. Öte yandan karalar üzerindeki tüm yaşamı yağış ve su akışları sağlıyor. Bunu anlık olarak bıraktıkları su kitlesiyle yapıyorlar. Okyanusların on binde ikisi oranında bir su ile yağış ve kara üstü akış tüm karasal yaşamın var olmasını sağlıyorlar. Hacimsel olarak baktığımızda bir küsurattan veya anlık bir varlıktan ibaret olan yağış(güncel eserler olarak düşünelim) yaşam için ne kadar önemli. Bir insan sadece okyanusları inceleyip tüm su olaylarına hakimim diyebilir mi o zaman? İşte güncel yazarın diğer güncel eserlerle ilişkiye geçmeyerek yaptığı şey kendini hayat getiren yağıştan mahrum etmek.
Ürettiğimizin Tüketicisi
Bazı yazarlar birşeyler üretiyorlar fakat ürettikleri ürünün tüketicisi değiller.Ve bunun zararlı birşey olmadığı iddasındalar.
Bilimkurgu yazıyorlar, okunmak istiyorlar ama başka yerli yazarları okumuyorlar. Sadece dünya yazarlarının tanınmış eserlerini okuyorlar. İyi yazdıklarında zaten kendi yazdıklarının da okunacağını düşünüyorlar.
Korku yazıyor ama korku yazarları kimlerdir bilmiyorlar. Polisiye yazıyor ama İsveç polisiyesinin kötü bir Anadolu kopyası olmaktan öteye geçemiyorlar.
En basit cevap buradaki olayın “ben seni okudum sen de beni okuyacaksın.” Şeklinde geliştiği ve ötesinin olmadığıdır. Okuduğunuz birinin sizin yazdıklarınızı okumaması can sıkıcı olabilir ama özel bir anlaşmanız yoksa (ki yazar okuma gruplarının vardır) veya ilişkiyi baştan böyle tercih etmemişseniz pek de ortada itiraz edilebilecek bir durum yok.
Fakat geniş bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde aslında bu tatbikin bir yazara ciddi zararları vardır.
Güncel Olmak. Anı yaşamak.
Öncelikle adını koyalım, en iyi dünya yazarlarını okuyan biri bile en azından mevcut sistemin 5-10 yıl gerisinden geliyor demektir. Pandemide yapılan sanatın ilk önce kendi toplumlarına sonra bize ulaşması bile 2-3 yıl sürdü. Kaldı ki kısa hikayelere, adı sanı duyulmamış yeni yazarlara, dolayısıyla yeni fikirlere ulaşmak pratikte nerdeyse imkansız olacaktır. Dil bariyerini de düşünürsek aslında “ben ustaları takip ediyorum” denilen şey gerçekten bir yakın takip değildir, izlerini sürmektir. İzler sürülürken de bir çok detay , hayvanın geçtiği o zamanın izleri çoktan kaybolmuştur.
Ustalar Sofrasında…
Şimdi şu sahneyi hayal edelim; Siz, Jules Verne, Arthur C. Clarke, Asiaac Asimov, Stainslaw Lem ve Ursula Le Guin her çarşamba sizin küçük evin oturma odasında oturup yazdıklarınızı birbirinize okuyorsunuz. Herkes her hafta acayip üretken ve okumaya, paylaşmaya can atıyor. Sıra arada sırada size geliyor ve siz de yazdıklarınızı okuyorsunuz. Jules gözlerini deviriyor, Le Guin kibar şekilde gülümsüyor, Asiaac ise telefonuyla oynuyor. Siz her hafta heyecanlanıyorsunuz bu hafta ne yazacaklar diye ama tersi olmuyor. Geri bildirim bile veriyorsunuz ama onlar size geri bildirim vermiyorlar. Her Çarşamba oraya geldiklerinde en mükemmel halleriyle geliyorlar. Hiç umutsuz olduklarını görmüyorsunuz ,hiç “abi elektrik faturasını ödeyemedim” diye insancıl bir halleriyle karşılaşmıyorsunuz. Jilet gibi giyinip hep en iyi cümlelerini okuyorlar. Siz öte yandan bazı çarşambaları pas geçmek istiyorsunuz. Bir şey yazamadığınız günler oluyor. Yazdıklarınız iyileşiyor mu kötüleşiyor mu bundan da haberdar değilsiniz çünkü arkadaşlarınız ketum.
Gerçekliğe dönersek. Bu büyük yazarlarla aynı odada veya aynı zamanda değilsiniz ama olan şey tam da budur. Size cevap veremeyen, belki edebiyattaki önemli yerleriyle sebebiyle bilinçaltınızın kendinizi karşılaştırdığınızda bir aşağılanma hissiyatı duyacağınız, geri bildirim veremeyen ve her zaman yapıtlarının en mükemmel ve kendilerinin en iyi hallerini gördüğünüz bir grup. Bu sebeple klasikleri ve iyi yazarları okumanın tabi ki bir yararı var ama asıl güncel veya çevrenizden okumanın getirdiği ihtiyacın bölgesini kaşımıyor. Devamlı kafanızı kaşıyıp sırtınızın kaşıntısını geçiremezsiniz😊.
Yazmak ve yaratmak bir haz. Bir ihtiyaç. İnsan çözüm üretmeye, daha iyisine yapmaya derinden programlı bir yaratık. İyi şeyler okumak ve görmek hem bir avantaj hem de bir dezavantaj. Bir okur her zaman en iyisini okumak ister ve bunda çok haklıdır. Onun derdi daha iyi bir yazar olmak değildir. Ama bir yazar eğer devamlı en iyi sanat eserlerine maruz kalıyorsa bu eserleri iyileştirebilecek alanlar görmekte zorlanır. Michelangelo ile arkadaş olduğunuzu düşünelim. Siz de ufak tefek biraz bir şey karalıyorsunuz kendi çapınızda. Sanatçılar cemiyetine dahilsiniz yani. Bir gün arkadaşınız geliyor diyor ki “Abi Papalıktan çok ballı bir iş kopardım. Kilise tavan işi, ne istiyorsan yap dediler. Sana güveniyoruz dediler. Ben de söylemedim onlara ama Tanrının insana yaşam üflediği o anı, birbirine uzanan parmaklarla temsil edeceğim.” Vay be diyorsun iyi fikir iyi düşünmüşsün Miki.” Yahu daha ne yapılabilir falan diye düşünürken adam ekliyor arkasına “Ama!” diyor “Tanrı kısmını öyle yapacağım ki beynin hipotalamusu yani hayal ve sanrının olduğu kısmı gibi olacak. Yani isteyen bilim görecek, isteyen inanç”diye ekliyor. Sonra tabi “oo valla iyi yap da görelim” demekten başka bir şey bu rolde size kalmıyor . Yani zaten çok ileri seviye bir şeye çok da bir ekleme yapamıyorsun. Yaratıcı sürece giriş eşiği çok yüksek.

Öte yandan yine bir barda kendi seviyende bir yazar ile konuşmaktasın. İsmi Jules. “ya abi şöyle bir fikrim var bir gemi ve kaptanı var tüm yedi düvele savaş açıyor.Anti emperyalist kafası.Gelen geçen tüm Ticaret gemilerini batırıyor sonra da millet bunu yakalamaya çalışıyor tabi”.
“Korsanlık yani ,ilginç değil ki abi.Karaya maraya çıkmıyorlarsa da açık deniz o kadar ilginç de değil. Bir de iki üç gemi bulur en sonunda işini bitirirler. Yenilmezlik hissi yok.”
“Öyle mi? Ne olsa yenilmez olurdu?”
Elindeki bira dolu bardağa bakıyorsun, köpüğün altından bir baloncuk kalmış. “Valla deniz altında giden bir gemi olsa bir de zırhlı demir gibi birşey olsa o olabilirdi mesela”
“Lan asıl o saçma. Hadi denizin altında gitti diyelim bunun buhar kazanının dumanı nereye gidecek. Ayrıca yemek için deniz üstüne çıkıp, ikmal yaptığında anında mıhlarlar.”
“Ya işte kendi kendine yetebilir bir araç olacak her şeylerini su altınan sağlayacaklar.Zıpkınla ahtapot falan avlarlar ne bileyim. Enerji kısmını da şu neydi adı elektrik ile sağlayacaksın. Temiz, kokusuz.”
“Mantıklı lan, yazalım bunu.” (<=Herkesin ihtiyacı olan azıcık destek ve onay.Sanatçıyı karanlık deliklerden çıkaran o az bir güç)
“Ben şimdi bunu yazaman bir kızla buluşmam lazım. Ama sen yaz ben senin arkandayım Jules.” (“Kaçırılmış Efsane Fırsatlar Vol IV” (1800-1900) da gerisini okuyabilirsiniz)
Yakın seviyelerdeki insanlarla görüldüğü gibi ilerleme hızı yükselir.Kafamız çalışır ve eksikleri gördüğümüz kadar fırsatları da görürüz. Beyin motivedir çünkü bir sonuca bakmaktan ziyade bir sürece baktığını bilir. Karşımızdakinin mutlak ve en iyi şeyleri yazmadığını biliriz. Bu bize değişim ve hayal için alan açar. Bu sebeple yeni yazılan yerel yazılanı okumak önemlidir. Aynı şekilde başka biri de bize başka yönlerden fikirler verebilir. Bazen en büyük ilham “şöyle olmasaydı da böyle olsaydılar”la gelir. Karşımızda dengimiz olduğunda ancak dans başlar.
Olay, Mesafe ve Şiddet
Yazarlar da her insan gibi boşlukta yaşamıyorlar. Sanat da boşlukta var olamaz. Mevcut ortam hepimizi iyi veya kötü bir şekilde etkiliyor. Yapay zeka şu anda en çok konuşulan konulardan. Herkes tabi ki ortamanın üstünde işler çıkarmak ,mevcut yapıtlardan farklı bir şey ortaya koymak ister. Fakat etrafımızda o anda ne yapıldığını bilmeden farklılaşmak da zor olacaktır. Aynı şekilde aynı olayın ve ortamın değişik yazarları nasıl etkilediğini ve etkilemediğini görerek de bir çok şey öğreniyoruz. Bir fil dişi kulesinde değil de insanların içinde yazarak var olmak ve bilgilenmek, bizi kesinlikle daha iyi sanatçılar yapıyor. Bu yüzden de başka insanların ne yaptıklarıyla ilgilenmeliyiz.

(Asteoid çarpma simulatörü! https://neal.fun/asteroid-launcher/)
Bir olayın sadece şiddeti değil yakınlık derecesi de insanları değişik şekilde etkiler. Bunu Türkiye’de yaşayan herkes zaten deprem biliminden biliyor olsa gerek. “Kum Kasesi”(Dust Bowl) olayı, yani 1910 ların başında Amerika’da yağışın durağan bir hava olayı sebebiyle çok azalması ve bunun tarıma bağlı Amerikalılar üzerindeki etkisi “Gazap Üzümlerine” sebebiyet veriyor. Ama bizi yakalayan şey olayın kendisi değil, üstüne yazılan kitap. Aynı şekilde kent lokantalarının kapanmasıyla başlayan talihsizlikler zincirinin sebebiyet verdiği bir hikayeyi veya sizin de maruz kaldığınız olaylar sonucu hissetiğiniz duyguların dillenmesini eski eserlerde veya uluslarası güncel eserlerde bulamazsınız. İyi bir yazar aynı zamanda varoluşun iyi bir tüketicisiyse eğer, anı zaman ve mekan olarak yaşamak için yerel sanatçıları da görmeliyiz. Bir metin vasat olarak yazılmış olabilir ama insan beyni bunun altında yatan tetikleyici olayı ve duyguyu almakta çok iyidir. Vasat halini gördün, olayı içselleştirdin o zaman iyisini de yetiyorsa yeteneğin,iraden sen yazıverirsin. Yoksa ıssız adalarda gezersek devamlı “ıssız adada 73. Günüm domuz avladım (yine) bir de taşlarla yosunları öğüttüm (yine)” kendini tekrarlayan günlüklerin ötesine geçemeyiz (ıssız adalar o kadar eğlenceli yerler değiller bence). Yazarlar birbirlerini ilham, bilgi ve deneyim için kök olarak kullanmalıdırlar. Bir ormanda ağaçların birbirlerine ihtiyaçları hep vardır.
Kendi kalitesini anlamamak ve paylaşamamak
Neyi iyi yapıyoruz? Oluyor mu? Bu sorulara cevabı aslında yeterince örneğimiz olduğunda kendimiz verebiliyoruz. Fakat ancak yeterince “ortalama” yani bir anlamda eşik seviyede metin okuduğumuzda. Şaheser dediğimiz yapıtlarda genellikle altında yatan iskelet yapı çok ön plana çıkmaz. En yüksek seviyedeki yapıtlarda kaputun altındakini göremezsiniz. Kendi çevremizdeki, zamanımızdaki insanları okuyarak neyi iyi veya farklı yaptığımızı görebiliriz. İyi bir tasvir veya karakter tanıtımını okuyup kendi yazımızda olan bir eksikliği aynayalabiliriz. Aynı karakter tanıtımını “Monte Kristo Kontun”da okusaydık eğer bunu yazarın zaten çok iyi bir yazar olmasına mı atfederdik, yoksa kendi kabiliyetimizde henüz geliştirmediğimiz bir tarafa mı? Ne yazı ki cevap çoğu zaman ilki olacak ve bizi eksikliklerimizle yüzleştirmeyecektir.
İyi sanata karşı olan sorumluluk
Şimdi tüm yazıdan farklı olarak burada biraz “başka yazarları okumanın bize ne yararı olduğu” ekseninden çıkacağım. İyi bir yazar aynı zamanda iyi okurdur. Kötüyü iyiden ayırabilir. Kömürün içinde elmas parçalarını görebilir. İyi bir edebiyat ortamına hizmet etmek iyi olanı yapıtları büyük yığından ayıklamak ve topluma sunmak da aslında yazarın sorumlulukları arasında. İyi yapıtların yüceltildiği ve okuyucuya ulaştığı sağlıklı bir edebiyat ortamı da yazara yarar. Eğer böyle bir ortamda zaten “iyi iş” ortaya koyuyorsak kendimize olan inancımız ve bir sonraki yapıtı ortaya çıkarmak için olan şevkimiz perçinlenir. Yoksa gerçek ötesi modern dünyada bir “Kürk Mantolu Madonna” yazsanız ve iyi yazmış olduğunuzdan emin olsanız bile yıllar içerisinde oluşan toz ve gaz bulutu içeirisinde kendinize olan güveniniz törpülenecektir. Birlikte hareket etmek tüm partileri yükseltecektir.
Yazının sonunda kimseye ne yapması gerektiğini söyleyemem. Fakat bir yazar olarak da yerli veya hatta güncel yazarları atlayıp, sadece klasiklerle beynimi doyurmanın dengesiz bir beslenme yöntemi olduğunu söyleyebilirim. Belki o çok eleştirdiğimiz “okurlar yerli yazarları okumak istemiyor (En azından bilim kurguda böyle bir hissiyat var)” fikrinin başlangıç noktası okurlar değildir, yazarların takendisidir. Kendi ürünümüze sahip çıkmaktansa bazen tüm pazardaki insanların fayda
O yüzden başkalarını okumayarak belli bir zaman kazandığımızı veya kendi körpecik beyinlerimizi koruduğumuzu düşünüyor olabiliriz ama yaptığımız şey aslında potansiyelimizin altında üretmek.
Okyanuslardan vazgeçin demiyoruz bazen yüzünüzü bulutlara kaldırıp yüzünüzdeki yağmura da bir şans verin diyoruz.
Burak K.